Bu Blogda Ara

7 Eylül 2014 Pazar

Cevdet Bey ve Oğulları

 Kalabalık bir aile içerisinde yaşanan coşkunun, birlikteliğin, dayanışmanın ve iç çekişmelerin karşısında yalnızlığın arzulanan çekiciliğinin, birey olma yolunda soyutlanmaların ve sanatın ve siyasetin dehlizlerinde dolanan idealist karakterler üzerine inşa edilmiş; 3 kuşağın günlük yaşam ritüellerini hiç bir ayrıntıyı ıskalamadan ve sırtını zamanın ruhuna yaslayarak anlatan 'sinematografik' bir kitap  Cevdet Bey ve Oğulları . Nişantaşılı bir ailenin 3 kuşak boyunca serüvenlerini anlatan bu kitap içerisinde barındırdığı karakter çeşitliliği ve bu karakterlerin her birinin temsiliyetini oluşturduğu kimlikleri, refleksleri ve idealleriyle panaromik bir aile hayatı sunuyor . Bu yönüyle Cevdet Bey ve Oğulları'nın tarihi aynı zamanda bir Cumhuriyet tarihidir.
 Cevdet Bey, Meşrutiyet döneminde ticarete atılmış o dönemim azınlık sayılabilecek Müslüman tüccarlarındandır. Hayattaki tek ideali olan iyi bir tüccar olmak ve batılı anlamda modern bir aile yaşantısı kurma hayallerini Cumhuriyet'in temellerinin atılmasıyla daha rahat hayata geçirmiştir. Eski bir Jöntürk olan abisi Nusret'e mukabil yumuşak başlı bir karaktere sahiptir. Kitabın ilk bölümü Cevdet Bey'in 1 günlük yaşam ritüelini en ufak ışığı kaçırmadan detaylı ve okuru içine çekerek çok güzel bir şekilde anlatır. Cevdet Bey'in henüz bekarken kurduğu nalburiye dükkanına "Cevdet Bey ve Oğulları" ismini vermesi ve kitabın bu adla böyle bir eksende ilerleyeceği izlenimi yaratsa da Orhan Pamuk'un kitaptaki dinamizmi mühendislik fakültesinden 3 arkadaş olan Refik, Ömer ve Muhittin üzerinden sağladığını görüyoruz. Bana göre Orhan Pamuk'un yazar olarak en temel meselelerinin başında gelen "bir başkası olma" ve "ötekini düşünmek" halini burada bir teknik olarak kullanır. Yazarın bu kitabı 22 yaşında yazmaya başladığını göz önünde tutarak; o yaşta olağan olarak göreceğimiz farklı ruh halleri merakının, hayatın çeşitliliği düşüncelerinin ve bir yaratıcı yazar olarak "peki ya başka türlü olsaydı?" düşüncesiyle oynama fırsatını cömertçe kullanmıştır. Bu haliyle tek bir noktadan -mühendis olarak- başlayan karakterleri istediği gibi yönlendirmiştir. Nitekim mühendislik fakültesinden 3 arkadaş olan Refik'le aklı ve huzuru, Ömer'le hırsı ve şevki, Muhittin'le de melankoliyi ve tutunamamayı karakterlere giydirmiş ve bu yönde maceralara sürüklemiştir.

    REFİK: Vatanın kurtuluşunu odasında arayan bir Robinson
 Zengin bir konak yaşamı ve yolunda giden iş ve evlilik hayatı Refik'e tasasız, mutlu bir hayat sürdürmektedir. Konformizme meyilli fakat bunun yalnızlığı ve sıkıcılığından tereddüt eden ve bunu zorunlu olarak yürüttüğü arkadaşlık ilişkileriyle dağıtan biri. Muhabbetlerin öznesi değil, nesnesi olmuş daima. Fakat babası Cevdet Bey'in ölümü üzerine varoluşsal sıkıntılar baş gösterir hayatında ve okuduğu Fransız Devrimi yazarlarının da etkisiyle kendini düşünsel alanda üretkenliğe verir. Bu yolda eşinden, ailesinden kaçamak olarak gördüğü taşraya(Kemah'a) gider. Bir Cumhuriyet aydınının taşrayla ilişkileri olarak da görebileceğimiz bu yolculuğa yüce amaçlar katma amacıyla köy sorunlarıyla ilgilenmeye başlar. Fakat orada gördüğü sefalet ve durağanlık onu umutsuzluk haliyle düşünsel olarak ütopik fikirlere sürükler. Nihayetinde kurguladığı 'köy cenneti' tasarıları pek itibar görmez. Sonrasında oğlu Ahmet'in değişiyle "vatanın kurtuluşunu odasında arayan bir Robinson" edasıyla yayınevi işine girer ve en son olarak kendisi hala muallakta kalan bu haliyle Paris'te Sartre'a "Aydınlık Türkiye'ye nasıl gelir?" sorusunu sorarken buluyoruz. Sartre'in cevabı hayatının çelişkisini ortaya koyar mahiyettedir: "Mösyö, sizin yerinizde ben olsaydım, bu azgelişmiş ülke aydını olarak burada sütlü kahve içmez, ülkemde öğretmenlik yapardım."

(Orhan Pamuk'a ait müsvedde)

ÖMER: Yıkıntılar kentinden kendi küçük krallığına
 Nurdan Gürbilek'in Ecinnilerin Stavrogin'ini tasvir ederken bahsettiği 'küstahça kendine dönüklük, zalimliğe varan kibir ve bir zırh gibi kuşanılan kayıtsızlık' nitelikleri Ömer'de vücut bulmuştur burada. Londra'dan aldığı eğitimin dönüş yolunda aklında yalnızca bir fatih olma fikri (Balzac'ın Goriot Baba'daki Rastignacıyla kendini özdeşleştiriyor) ve sıradanlığın 'bataklığına' saplanmayacağına dair kendine verdiği sözler vardır. Bu yolda sermaye yaratabilmek için taşrada demiryolunda çalışmayı ve kazandığı sermayeyle nüfuz yaratmak için de hiç gönlü olmamasına rağmen milletvekili kızıyla evlenerek yaratmaya çalışır. Fakat yaşadığı memleketin arzularını gerçekleştirecek derecede aydınlık olmadığını ve küçümsediği insanlarla aynı sıradan hayatı paylaşmaya sürüklenmek istemediği için Ömer vazgeçer bu düşüncelerinden ve tutku ve hırslarını içinde büyütür. Herhangi bir varoluş sıkıntısı duyumsamayan, toplumdan beklentisi kalmamış ve boşlukta sallanan, ne olmak istemediğini çok iyi bilen fakat ne olması gerektiğini bilmeyen Ömer, kendi küçük krallığını kurar. Nitekim Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu'ndaki Aydın karakteriyle de örtüşür bu yönüyle. Kendisi de tıpkı Aydın gibi hayatta ideallerini ve tahayyül ettiği yaşantıyı gerçekleştirememiş ve bunun kaçamak yolunu da taşrada en azından kralının kendisi olacağı krallığını inşa ederek ikame etmiştir. Arkadaşlarının İstanbul'a çağırma ısrarlarına rağmen tıpkı Aydın gibi bunu reddedip kendi sınırları içerisinde iktidarını koruma yoluna gitmiştir.

MUHİTTİN: Hesaplı şair
Baudeliare gibi bir şair olma isteğini saplantıya dönüştüren, bu yolda melankolik bir yaşam süren ve 30 yaşında intihar etmeyi düşünen bir karakterdir Muhittin.Kitabın en dinamik karakteri olmasına rağmen ziyadesiyle yüzeyseldir. Diğer arkadaşlarına nazaran başarısız oluşunun sonucudur şairliği. Arkadaşlarının yaşadıkları hayatlara yönelttiği eleştiri alttan alta arzuladığı fakat elde edemediği yaşamların veryansınıdır. Bu yönüyle reddeden değil, kaybeden biridir. Nitekim ateşli nutuklarla savunduğu şiirlerini bir köşeye bırakacak ve kendisinin deyimiyle 'aklın ışığını, coşkunun potasında eriterek Turancı harekete katılacaktır. Sonrasında da bir davaya inanmayacak kadar akıllı olduğunu söyleyerek oradan da ayrılır ve en son Ahmet'ten öğrendiğimize göre Adalet Partisinden Milletvekili olmuştur.
Kitabın belki en zayıf noktası klasik tarzda yazılmış böylesi bir eser içerisinde karakterlerin altının iyi doldurulamamış olmaları. Karakterlerin konjonktürel olarak değişimleri yüzeysel olarak yerinde vurgulanması ayağı bu topraklara basan kişiler olduğunu gösterse de tüm değişimlerinin böylesi dış etkilerle şekillenmesi, içsel olarak bunun altının pek doldurulamaması karakterleri zayıf kılıyor. Örneğin; Refik'in değişiminin inandırıcılığına okuyucu varamıyor, eşi Perihan'ın Refik'in tüm kaçışlarına sabır gösterir halde gözükmesine rağmen bir başkasıyla evlenmesi beklenmedik olarak karşılanıyor okuyucuda. Keza abisi Osman'ın çocukları ve eşiyle mutlu görünmesine rağmen bir metresinin olmasının görünürde hiçbir sebebi görünmüyor ve tüm olan bitenler içerisinde Osman'ı ev-iş arası sorunsuz sıkı çalışan bir tüccar olarak görüyoruz.
  Kitapta dikkatimi celbeden bir kaç noktadan da bahsetmek gerekirse;
Cevdet Bey'in kardeşi Nusret'in ölüm döşeğinde kendisine emanet ettiği yeğeni Ziya, başlarından salarcasına amcasının zoruyla asker olmuştur. Fakat babasından kalan miraslardan hak iddia ederek 3 kuşak boyunca ailenin üzerinde bir hayalet gibi dolanmıştır. Yolladığı tehditlere varan mektuplarla, ailenin üzerinde uzaktan uzağa baskı oluşturarak korku salan bu asker karakteri, Cumhuriyet sosyal ve siyasal yaşamındaki askeri otoritenin kitaptaki yansıması olarak görülebilir.

 Dönemin sosyal/siyasal yapısında, demiryolunun çok bir özel bir anlamı var. Devletin taşraya uzanan güvenlik kolları, inkilapların taşıyıcısı, sosyal hayatı dönüştürücü olarak görülen demiryolu yapımı bir diğer yandan da zengin olmanın kısa yoludur. Demiryolları yapımını üstlenen Kerim Bey, bölgede bir milletvekili nüfuzuna sahipken kazandığı servetle Nişantaşı'nda büyük araziler almıştır ve Ömer kısa yoldan servet elde etmenin yolunu burada çalışmakta bulmuştur. Öyle ki soyadlarını Demirağ, Yolaçan, Demirbağ ve Kayadelen olarak koyacak kadar benimsemişlerdir bu yapıyı.

Orhan Pamuk'un ilginç bir şekilde kitapları arası göndermeler yapması dikkatli okuyucuyu biraz eğlendirmek ister gibidir. Zira Sessiz Ev'de milliyetçi bir genç olan Hasan, burada aynı adla ateşli bir TİPli devrimci karakterindedir. Yine Sessiz Ev'de başarısız geçen kaymakamlık denemesi sonrası İstanbul'a dönen Selahattin Bey, bu kitapta uzun yıllar kaymakamlık görevini sürdürmüş çiftlik sahibi biri olarak belirir. Ve 3. kuşak olan Ressam Ahmet Işıkçı esrarengiz şekilde İletişim Yayınları'ndan çıkan Orhan Pamuk kitaplarının kapak tasarımını yapan kişidir.
(Masumiyet Müzesinde Ahmet Işıkçı'ya ait bir tablo)

Kitabın sonlarında Ahmet'in sözlediği "Burası Türkiye gerçeğin kendisiyle değil, kötü bir taklidiyle karşı karşıyayız" sözü; kendisiyle birlikte önceki kuşaktan akranlarının da temas ettiği hakikati işaret ediyor. Koyu bir Jöntürk olan Cevdet Beyin kardeşi Nusret, ölüm döşeğinde Fransız Devrimini andırır şekilde gerçekleşecek devrimi ve Sultanahmet'te giyotinlerle akacak kan hasletleriyle ölür. Cevdet Bey'in bir elitistlik hali olarak bahçesindeki çiçeklerin Latince isimlerini ezberlemesi ve son nefesinde bu isimlerden birini anımsamaya çalışmasıyla ölmesi; Hayatında anlam arayışına giren Refik'in Kutsal bir metin gibi dönüp dolaşıp okuduğu Rousseau'nun İtiraflar'ından etkilenmesiyle toplumsallığa yönelip köylerin kalkınması hakkında araştırmalara girmesinin köylülere acıma ve tiksinme duygusuyla sınırlı kalması; Muhittin'in Baudeliare gibi şair olma arzusunun Baudeliare gibi frengiye yakalanmak isteğiyle sınırlı kalması ve Rastignac olma hülyalarıyla ülkeye gelen Ömer'in nihayetinde bir çiftlik satın alıp yaşaması gibi, idealize edilen tahayyüllerin bu toprakla yüzleşip rasyonelleşmesidir.

  Meşrutiyet'in ilanından başlayarak 1970'lerin Cumhuriyetine değin romanın katettiği fikri, duygusal, sosyal, siyasal ve kültürel aşamalar ve tüm bu aşamaların kuşaklar arası yarattığı değişkenliği ve yozlaşmayı günlük yaşam deneyimlerine değin anlatmasıyla bu ülke düşünsel evrimi üzerine çok önemli nüanslar içerir. Bu yönüyle bu kitabı çok önemsiyorum.


13 Şubat 2014 Perşembe

Sessiz evden gelen sesler


 Zurnada peşrev olmaz, Orhan Pamuk büyük yazar. Bu ülkeye gözümü açtığımdan beri her başarılı insana isnat edilen çeşitli yaftalamalardan o da nasibini almış, bugün dahi kişiliğine yapılan atıflar eserlerinin önündedir. Bende bu yönde bir imtina olmamasına rağmen Tanıl Bora'nın Birikim Dergisinde okuduğum "Tahsilli Cehaletin Cinneti" (bkz.) isimli makale tersinden olumlayıcı bir önyargıya neden oldu. Son dönemlerde kendisine yöneltilen -neyse ki- içerik bazlı eleştirilerden (zor okunan, postmodernist kopyacı, popülist vs) münezzeh olarak şunu söyleyebilirim ki; kendisinin okuduğum ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları, işbu 2.romanı Sessiz Ev ve Benim Adım Kırmızı kitapları gümbür gümbür büyük bir yazarın geldiğini müjdeliyor. Üstelik herkesçe hakkı ve kalitesi teslim edilen Kara Kitap bu listede yokken.


Sessiz Ev, İstanbul'da yaşayan Tarihçi büyük ağabey Faruk, devrimci kız kardeş Nilgün ve zengin olma hülyalarına kapılmış küçük kardeş Metin'in Cennethisar'da hizmetçisiyle yalnız bir hayat süren Babaannelerini 1 haftalık ziyaretlerini konu edinir. Her yıl tekrarlanan bu rutin, sıcak bir aile ziyaretinden ziyade ödenmek istenen bir vefa borcu veya zoraki yapılan bir ayinden farksızdır. Adına yaraşır bir şekilde tam bir sükunet ve karamsarlığın hakim olduğu bu evde, ziyaretler dünyadan ziyade kafasında anılarla yaşayan ve hayatı boyunca emin olduğu tek duygu hizmetçisi(ve kocasının gayrimeşru oğlu) Recep'e hınç duymak olan Babaanne'nin bu dünyayı hatırlamasına ve gerçek hayatları kendileri için birer sıkıntı kaynağı olan torunların bundan sıyrılıp çocukluk anılarının masumiyetine yaslanma saatleridir.

Bir zamanlar cühela bir hazla peşine düştüğüm fakat karmaşık olay örgüsünün (özellikle Ses ve Öfke) ve pek aşinası olmadığım bir yöntemin (bilinç akışı tekniği ve iç monologlar) kullanıcısı William Faulkner gibi bir yazarı sindirebilmemin müsebbibidir Orhan Pamuk. Harika bir şekilde uyguladığı bilinç akışı tekniği ve iç monologları yöntemi okuyucuya muazzam bir okuma keyfi sunuyor. Bu yönüyle çok seslilik hakimdir Sessiz Ev'de. Babaanne'nin geçmişine yaptığı yolculuklarda eşi Selahattin Beyle tanışırız, Selahattin Darvınoğlu. Kendisiyle taban tabana zıt Selahattin Bey'in pozitivist bilim anlayışı, tanrıtanımaz oluşu ve bu yönde ateşli söylemleri ile mutsuz bir yaşam sürmüş olmaları bu rüya seanslarını birer kabus ve zindana çevirir. Selahattin Bey'in böylesi dünya görüşüne ek olarak kendini Batı medeniyetine vakfetmiş olması (soyadını Darvın-oğlu koyacak kadar) ve aşağılık gördüğü Doğu medeniyetinin eksikliklerini kendisinin yazacağı 48 ciltlik eserle kapatacağını düşünmesi, bizde ilmin küçük emarelerini tatmış her yarı-aydının yaşadığı fikir devinimlerini görme açısından çarpıcı bir karakter. Kitapta yazarın böyle bir niyeti ya da amacı var mıydı yoksa benim yaptığım mı aşırı okuma emin değilim fakat Fatma Hanım'ın sahip olduğu mücevher kutusunun arkaplanına kotarılmış müthiş bir metafor sezinledim. Bana göre mücevher kutusu Osmanlıvari değerlerdir. Dindar ve tutucu bir dünya görüşüne sahip Fatma Hanım için mücevher kutusu ailesinden yadigar, her biri yüksek manevi değeri olan eşyalardır ve Selahattin Bey'in ilmini icra yolunda gereksindiği maddi kaynağa ulaşmada eşinden bu eşyaları zoraki de olsa alıp Yahudi tacire satması ve her bu anlaşmazlığa dayalı alışverişte eşiyle arasının açılması Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan inkılaplarla mütedeyyin kitle arasındaki çatışmayı anımsattı bana.


Her bir karakterle farklı serüvenlere yol alırız; Tarihçi Farukla birlikte kütüphanelerde kayıtlı olaylardan hikayeler türetmeye çalışırız(bana Orhan Pamuk'u anımsattı), küçük kardeş liseli Metin'le zengin olma tahayyülleri kurar umutsuz bir aşkın peşine düşeriz, milliyetçi cenahın oltasına yeni düşmüş Hasan'la memleket kurtarmacılık oyunumuzun ilk adımını atarız, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşleri'ndeki uşak Smerdyakov'la bire bir kaderi yaşayan Recep ile başkalarının günahının kefaretini öderken Cumhuriyet Gazetesi okuyan ortanca kardeş devrimci Nilgün'le sessizliğe gömülürüz. Kitapta çarpıcı olan, yazar her bir karakteri en az 4-5 kez kendi ağzından konuştururken Nilgün'ün sesini hiç duymayız. Nilgün bana kalırsa bu ülkede kadına bahşedilmiş hazin kaderin izdüşümüdür; Söz hakkı elinden alınmış, susturulmuş, sindirilmiş ve hep ötelenmiştir. Ve nitekim ölümü bir erkeğin kendisine uyguladığı şiddetten olacaktır. Nilgün'ün sahilde Turgenyev'in Babalar ve Oğulları'nı okurken Bazarov'la aynı makus talihi paylaşacağına dair ilk emareler belirir kafamızda. Ve Orhan Pamuk şüpheyi doğrularcasına zamansız öldürür karakterini. Her ölümdür erkendir biraz evet ama Nilgün'ün Bazarov'unki gibi zamansız ölümü yazarın acaba mesaj verme kaygısı mı güttüğü sorusunu akla getiriyor. Hasılı kitabın bizde bıraktığı etki, eski kitapları karıştırırken Fatma Hanım'ın duyumsadığı hoşluğu bize aksettiriyor. Güzel bir kitap okumuş olmanın mükafatını fazlasıyla alıyoruz bu romandan.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Cabaye sonrası Newcastle United


Newcastle'da bu sezona dair bir değerlendirme yapılacaksa eğer köşetaşlarında şu 3 oyuncunun adının yazılması kaçınılmazdır: Demba Ba, Papiss Cisse ve Yohan Cabaye. Bu isimleri zikretmemin sebebi salt takımdaki etkileri, kaliteleri değil kendilerinin varlıkları veya yokluklarıyla Alan Pardew'i takım kimyasını değiştirme yolunda değişikliğe zorlamaları. Bunlardan ilk 2'sinin (Papissler) etkileri kısmen isimler üzerinden giderilirken son olarak Cabaye'nin ayrılışı takımın kimyasını, formasyonunu ve oyun anlayışını çok derinden etkileyecek derecede infilak yarattı.


Cabaye Lille'dan transfer edildiği günden beri çalışkanlığı ve gösterdiği göz kamaştırıcı performans ile çok kısa zamanda takımda en önemli oyuncu konumuna geldi ve özellikle son 1 sezondur adı sık sık Arsenal, Manchester United, Monaco ile anılır olmuştu. Ve bu kaçınılmaz son, gerek maddi anlamda gerekse de yaptığı sükseli transferlerle Avrupa'da bir fenomen haline gelen PSG'nin yaptığı transfer teklifiyle nihayetine kavuşmuş oldu. Buraya kadar herşey işin kitabına göre ilerliyordu, son 2 sezon felaketi yakınında yaşayan takımın bu sezon Uefa hülyalarında dolanırken takımdan en önemli parçayı satmanın takımın politikasızlığına/çapsızlığına yormamız bizim günümüz futbolundaki çapsızlığımızı gösterir, bu değil derdim. Ne oyuncu ayağına gelen böylesi bir teklifi reddedebilirdi ne de takım maddi anlamda böyle bir getiriden feragat edebilirdi. Fakat benim bu noktada getireceğim eleştiri, oyuncunun ayrılık ihtimalinin bu kadar bariz olduğu bir dönemde takımın bu oyuncunun yerine ikame edeceği alternatifi oluşturmaması. Üstelik önünde Xabi Alonso sonrası Liverpool'u ve Scholes sonrası Manchester United örneği dururken.


Bugün Cabaye'nin ayrılışı sonrası Newcastle'nin kadro yapısına ve az çok Alan Pardew'in 2 yıldır markajımda olup oyun tarzına aşinalığımdan farklı senaryolar oluşuyor kafamda. Geçen sezon takımın en uyumlu parçası görüntüsü veren ve performanslarındaki dalgalanmalarını çok iyi ayarlayıp birbirlerini idare etmeleri yönünden (Cisse'nin geldiği 2011 yılının Eylül ayından itibaren 14 maçta 13 gol atmasına karşılık Ba'nın yalnızca 1 gol atmasıyla, sonraki sezon Demba Ba'nın ilk yarı itibariyle 15 gol atmasına karşılık bu kez Cisse'nin 5 golde kalması) çok güzel bir örnek olan  Cisse-Ba ikilisinden Ba'nın ayrılışı sonrası takım eksik parçayı monte yönünden en uygun adaylardan Remy'yi kadrosuna katmıştı. Ve Bordeaux'tan alınan Yoan Gouffran bu ikilinin arkasında beklemesi düşünülen rölanti oyuncusuydu. Fakat sezon başı forma sponsoru kriziyle başgösteren takımdaki Cisse krizi, ilk haftalardaki ters işleyen Gouffran-Cisse performanslarının etkisiyle de Cisse, Pardew tarafından kızağa çekildi ve uzun süredir forma şansı bulamıyor. Remy'nin bu sezon ilk dönem itibariyle göz kamaştırıcı performans sergilemesine rağmen kendisine eşlik eden Gouffran'ın ayrık oyuncu tipleri olmamaları ve Gouffran'ın maç içinde çabuk pasifize edilebilir olmasından dolayı, yeni forvet arayışına girildi. Ve bu yolda Twente'deki performansıyla umutvar görüntü çizen fakat Gladbach kariyeri pek iç açıcı olmayan Luuk de Jong transfer edildi. Özellikle bu tip pivot santrafor olarak niteleyebileceğimiz transfer takımdaki bazı dengelerin değişeceğinin de sinyaliydi.


 Cabaye'nin ayrılığının bu kadar malumu ilam olduğu bir sezonda, takımın bu pozisyonda alternatif oluşturmamasını ne kadar eleştiriyorsak yapılan Luuk de Jong transferi sonrası ilk maç olan Sunderland karşılaşmasında pek tutucu olmakla eleştirilen Alan Pardew'in takım formasyonunda yaptığı değişikliklerle ne kadar oyuncuya ve kadroya dayalı bir anlayışı benimsediğini görmek de o kadar sus payı veriyor bize. De Jong'un takıma katılışı sonrası forvet pozisyonunda Remy-de Jong ikilisi ideal forvet görünüme kavuşmuş durumda.


 Sezon boyunca Anita, Tiote gibi 2 çok dirençli ve kuvvetli oyuncunun yanında Epl'deki en iyi 'box to box' oyuncularından biri diyebileceğimiz Yohan Cabaye ve bunlara kanat gidiş-gelişini çok iyi sağlayan Moussa Sissoko'nun katılmasıyla birlikte takımın ortasahası tertipli, kompakt, çok kuvvetli, kemikleşmiş bir hüviyete sahipti ve bu tarz oyuncularla oynanabilen rakibe yapılan presle kazanılan topu orta alandan, yerden ayağa oynanan oyunla sprinter forvetlere gol pozisyonu sağlamaktı. Ki takım bu uğurda geçmiş senelerin en önemli parçaları olan Jonas Gutierrez ile Hatem ben Arfa'dan yararlanamadı.


Neyseki ne yapacağı taktiksel formasyon dahilinde belli olan, yaratıcılık konusunda ise Remy'nin ayağına bakan takımın, bu kimyayı bozmama adına Pardew'in tüm sezon yanında oturttuğu Hatem ben Arfa'yı zorunlu bir değişiklik olarak sahaya sürme zamanı geldi. Cabaye sonrası Pardew'in yapması en olası değişiklikler dahilinde ortasahada asgari eski görevlerini yerine getirmeleri beklenilen Anita ve Tiote ikilisine-belki bunlardan Tiote'nin biraz daha sorumluluk alarak ofansa katkıda bulunması beklenebilir- eski kanatlı formasyona dönüldükten sonra Moussa Sissoko ve Hatem ben Arfa eşlik edecek. Savunma alanı Pardew'in en tutucu olduğu bölge olarak göze çarpıyor. Beklerde Santon ve Debuchy başarılı performanslarıyla yerlerini sağlamlaştırmış durumdalar. Takımın kaptanı Coloccini'ye eşlik eden isim geçen sezon Milan'ın elinden alınan Yanga Mbiwayı performansıyla gölgede bırakmış olan Mike Williamson. Bu bölgedeki Pardew'in tutuculuğunu yıkan tek değişken Coloccini'nin artık kronikleşmeye başlayan sakatlıklarında yapılan zorunlu değişiklik.
 Hasılı takımın en önemli oyuncusu dahi olsa, yokluğunda yapılan esneklikleri ve değişim dinamiklerinin böylesi hızlı işlediğini görmek sanırım Premier Lig'in alameti farikası. Bunu başarıyla kotaran diğer takım da Everton'dur.