Bu Blogda Ara

25 Haziran 2013 Salı

Tabutta Rövaşata

Kategorilendirdiğim 3 tür film vardır nazarımda; iyi vakit geçirmelik olanlar, izledikten sonra adamı koltuğa gömenler ve bir de bunun bir tık ötesi olan adamı darmadağın değen ve izledikten sonraki etkisiyle hayatının bir yerinden kendine rol çalan, uzun süre kişiyle yaşayan filmler. Kimileri bir de bunlara "kötü film" olgusu katıyorlar ki ben daha izine rastlayamadım. Bu film tam da söylediğim 3. kategorinin müdavimi. Derviş Zaim, müridine telkin eden mürşit edasıyla bizi karşısına alıp hakikatin parlaklığına dokunmamızı sağlar ve bu bizi çok fena sarsar.


Filmlerin bende yer edinmesinin yegane nedeni; beslendiği kaynak olan hayattan aldığı durumu sanki arada hiç bir araç yokmuş gibi, sinema perdesinin o şeffaf tülünden hayatımıza transfer etmesi. Bundandır Zeki Demirkubuz sinemasına bu müthiş hayranlığım. Bu filmde izlediğiniz ne oyunculuklar, ne mekan, ne de yaşanan olaylar kurmaca bir yapıt havasını size hiç ama hiç sezdirmezler ve gayet olağandır her şey. Yani sanki Ahmet Uğurlu Mahsun karakterini canlandırmamış da, kendisi zaten oymuş gibi oynar rolünü. "Sefil bir adam rolünü oynarken o sefil adam olurum ben" sözünü şiar edinmiştir kendisine. Mahsun, İstanbul'da boğaz köprüsünün nefes kesen o müthiş deniz ve boğaz manzarasının çok uzağında değil, hemen altında başka türlü bir yaşamın var olduğunu gösterir bize. Bunu sezinleyebildiğim kadarıyla Derviş Zaim; arkaplandaki köprü, gemiler, yatlar/katların Mahsun'un çok uzağında, üstünde ve ötesinde olduğunu ve Mahsun'un en azından bunlara bir bakış atabilmek için başını o "kendi yeraltı dünyasından" kaldırıp bakması gerektiğini kamerayı alçaktan/alttan alarak adeta sinema dilinde şiir yazmıştır.


Mahsun hayatını pek de kalabalıklaştırmamıştır. Filmdeki tavuş kuşlarının haberini yapan muhabir kızın söylediği "modern hayat bizi birbirimize daha çok benzeştiriyor" sözü Mahsun gibilerini istisna tutmuştur. Onun yaşantısının devinimi Reisten(Tuncel Kurtiz, ki büyük oyuncu olduğunu burada da göstermiştir) alacağı harçlıkla karnını doyurması, arkadaşlarıyla akşamı edeceği muhabbet ve akşamleyin de kalmak için bir yer bulmasından ibarettir. Mahsun kaybedendir de; arkadaşı, çok sevdiği Sarı'yı kaybetmiştir ve hayatına artık bulduğu ilk parayla aldığı şaraplarla birlikte arkadaşlarıyla gidip Sarı'nın mezarında yaptıkları gravol eklenmiştir.


Mahsun bugünki hayatımızda herkesin sokakta her gün onlarcasına rastladığı ve "şarapçı" yaftasını yapıştırdığı adamlardan biridir. Bulduğu ilk parayla gidip şarap almayı ihmal etmez hiçbir zaman. Ama onun için bu ritüel zevkü sefadan ziyade o acımasız, yırtıcı kış ayazında Sarı'yla aynı kaderi paylaşmaktan kaçarcasına -Bahman Ghobadi'nin Sarhoş Atlar Zamanında'da tanık olduğumuz- içini ısıtmak için aldığı bir sarmalayıcıdır. Mahsun her gece arkadaşları tarafından o ayaza terk edilirken, yapsa da yapmasa da her gün polisin kodese tıkıp bir kamyon dayak attığı, reyisin koruyucu kanatlarının kendisini pek de sarmalamadığı, kahvecinin artık dükkandan def ettiğinde tüm bunların hıncını/öfkesini bir taşa yükleyip atacakken bundan vazgeçip tüm olumsuz fiillere rağmen "ama arkadaşlar iyidir" sözünü etmesi o taşı suratımızda hissettirir.


Ama Mahsun vukuatlıdır, sevdiğinden midir yoksa mecburiyetten midir bilinmez Mahzun'un arabalarla kurduğu çok özel bir bağ vardır. Mahsun Albert Camus'un Sisifos Söyleni'sinde de yer bulan mitolojik karakter Sisifos'la kader ortağıdır adeta.  " Tanrılar Sisifos'u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep." diye bahseder Camus. Mahsun'un da kaderi özdeştir. Kendisi her gece aynı hatada ısrar edercesine araba tutkusuna ket vuramayıp bir araba alarak İstanbul'un kendisi gibilerine adeta gizli bir yasak koyduğu o caddeleri/sokakları turlarken yüzündeki o tarif edilemez hazda, sevdiğiyle Reis'in teknesinde çıktığı düş yolculuğunda ve en sonunda açlığın imanını gevrettiği ve değer verdiği o tavus kuşunu kesip yemeye hazırlanırken; Sisifos'taki o taşın en tepede tekrar aşağı yuvarlandığına benzer şekilde gizli bir el sanki Mahsun'un mutluluğu önünde engel olarak çıkar karşısına.


Mahzun seviyordur aynı zamanda. Hiç bir zaman göz göze gelme cesaretini, uzaktan attığı bakışlarındaki tedirginliği koruyuşunu, sigaradan her yudumunda külünün birikip düşmeye yüz tutması gibi sevdiğinin gözlerinin önünde yitişinin çaresizliği, belki yanında olsa tek bir kelime edemeyeceğini bilmesine rağmen bir adım atma uğraşının içinde kopan fırtınalarını, kızın düşen sarı fularına yüklediği anlam ve nasıl bir güzellemeyle geri vereceğine dair yaşadığı ürkeklik, yaşadığını tekrar hatırlarcasına sevdiğine görünmeden önce saçını tarayışındaki o naiflik, sevdiğinin kendisinden bir pamuk isteyişinden duyduğu o mutluluğu/heyecanı Mahsun'un acı ve kederle yoğrulmuş o kart yüzünde neşet eden ve belki daha önce kendisin de tanık olmadığı çocukca hazza dönüşü ve bunu yerine getirmek için yaptığı o koşuşturma, bunun için eczaneye gidişi bize bu dünyanın bu güzel abilerin hatrına döndüğünü hatırlatıyor. Ama Mahsun'un aşkı da kaderiyle özdeştir. Mutluluk ihtimali dahi haramdır ona. Sevdiği çok da masum değildir Masum'un, bağımlısı olduğu o eroini elde etmek için vücudunu akbabalara peydahlarken, Mahsun'un tanık olduğunda yaptığı gibi bu hayattaki tüm hıncımızı o masalara, şişelere, sandalyelere yükleyip Mahsun'la birlikte dünyanın o adalet duvarına beraberce fırlatırız adeta. Her ne olursa olsun, sevdiğinin yine krize girdiği bir anda çaresizce Mahsun'a gelip o harika "Mahsun beni Taksim'e götür" repliği yüreğimizdeki yangına soğuk duş etkisi yapar ve boyun eğer sünger çekeriz yine Mahsun'la birlikte geçmişe. Ama bunun yükü de iyiden iyiye ağırlığını hissettirir artık göz pınarlarımızda, taşınamaz olur bizim için bu yük ve nihayet Taksim'de o beklenti anında istemsizce, kendimizden gizler gibi tutamaz bırakıveriririz gözyaşlarımızı.



Filmin ismi bana göre filmin bütününü fazlaca belirleyen bir kapsamda. Sanıyorum ki, insanın o çaresizlikler, yoksunluklar, yoksulluklar, acılar içerisindeki o "dar, tabut gibi alanda" pek de olağandışı, röveşata gibi artistik hareketlere ne yer ne imkan olduğunu, bunu yapmaya çalıştığında da Mahsun'un başına gelen gibi hayat her zaman düdüğünü çalıp "tehlikeli pozisyon" ultimatomunu veriyor. Ve böylesi bir ahvalde tabuta uzanır gibi kaderine boyun eğip Masumiyet'in Bekir'i gibi usul usul yürümek zorundasındır.


Bir parantez de filmin müziklerine ayırmak farzdır, ki Baba Zula ile Yansımalar filmin yüreğimize nakşetmesinde önemli rol oynarlar. Özellikle Bab-ı Esrar çalarken ki o "ayyy" sesini her duyduğumuzda bir irkilme yaratıp yüreğimizde bir şeyler koparıp götürür.

Hülasa, Camus'un Sisifos'a kitabın sonunda söylediğini buraya uyarlamak gerekirse, Mahsun her gün o yeraltından çıkıp yukarıdaki hayatta onu bekleyen acıya; inatla umutla karşı gelip katılışıyla bize başlı başına bir ders vermektedir ve bizim de onu mutlu tahayyül etmemiz gerekiyor.