Bu Blogda Ara

26 Kasım 2013 Salı

Terörist Seyrediyor

Wislawa Szymborska'nın bu şiirini her okuduğumda bana kaderi, şansı, tehlikeyi, katliamı, umudu, umutsuzluğu, yazgıyı; kaçınılmazlığını, çaresizliği ve en önemlisi de yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizginin ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu anımsatıyor. Üstelik gerek şiire zerk edilmiş tüm bu kavramların çeşitliliği, gerekse de kendi meşrebimizce bu kavramların içini doldurmamızla da kült bir roman okumuş hissi uyandırıyor insanda. Öyle ya bazen bir şiir fena halde hayata benzer!


Bardaki bomba on üç yirmide patlayacak. 
Saat henüz on üç on altı. 
Birilerinin bara girmesine vakit var daha 
birilerinin çıkmasına da. 

Terörist şimdiden karşı kaldırımda. 
Mesafe onu tehlikeden korumakta, 
manzarasına da diyecek yok- filmlerdeki gibi. 

Sarı ceketli kadın içeri giriyor. 
Güneş gözlüklü adam dışarı çıkıyor. 
Kot pantolonlu gençler konuşuyorlar. 
Onüç onyedi ve dört saniye. 
Kısa boylu olanı şanslıymış, mopedine biniyor, 
ama uzun boylusu giriyor içeri. 

Onüç onyedi ve kırk saniye. 
Şurada yürüyen kız, saçı yeşil kurdeleli. 
Birdenbire otobüs geçiyor önünden. 
Onüç onsekiz. 
Kız yok. 
Gafilin teki miydi, içeri girdi mi girmedi mi? 
Göreceğiz, hepsini dışarı çıkardıklarında. 

Onüç ondokuz. 
Kimse girmez oldu her nasılsa. 
Kel, şişman adam çıkıyor ama. 
Yoo, ceplerinde bir şey arıyor gibi 
ve 
yirmi saniye kala onüç yirmiye 
aklı eldivenlerinin peşinde, tekrar girdi içeriye. 

Saat tam onüç yirmi. 
Bitmeyecekmiş gibi bu bekleme. 
Birkaç saniye daha. 
Hayır, henüz değil. 
Evet, şimdi. 
Bomba patlıyor. 


*Türkçe çeviri Gündüz Vassaf

19 Kasım 2013 Salı

Yeni Nesil Müslaman Futbolcular Üzerine

Çocukluğuma tekabül eden ve gösteri dünyasının kapılarını yeni yeni araladığımız dönemlerde, o dünyadaki varlığımızı ‘Müslüman’ figürüyle bizden biri olarak temsil eden bir 'Müslüman sporcu' arayışımız ve sığınağımız vardı. Buna yıllar yılı bizi başka mahallenin çocuğu olarak görüp kendi içlerine almayan o dünyada neşet eden ‘truva atımız’ Muhammed Ali ile hıncımızın demir yumrukları olarak kroşe gibi iniyorduk. 2000'li yıllarla birlikte bunun yansımalarını futbolda esmer kavruk silüetleri ve isimleri de eski bir dostu andırırcasına yakın gelen Mağripli futbolcularla gördük.  Futbol hepten yeni bir şey değildi bizim için fakat şov dünyasının sahnesinde bizden birilerinin olmaması acaba maç öncesi tüm o ısınma hareketlerimizin salt top toplama görevi için mi bize yaptırıldığı kaygısını da yaşatıyordu içten içe. Neyse ki kaygımızın yersizliğini erken gördük. Burada da ilk teselliyi pratik anlamda Müslüman kimliğini afişe etmekten daima kaçınıp 'apolitik' takılsa dahi bizim kendisini zoraki benimsediğimiz Zinedine Zidane ve Münih'li Ali Dayı(Daei) vardı. Umudumuzu, beklentilerimizi ve avuntularımızı oraya kanalize ettik bu sefer.

(Lyonlu Yassine Benzia)

Başlarda futbolla kurduğumuz böylesi naif ve saydam ilişki zamanla etkisini futbolun geniş potasında eritse de bugün bunun üzerinden futbolla ilişiği sürdüren insanlar var. 'Müslüman Futbolcu figürü' konusunda artık kendi içinde belli statüko oluşturmuş olan kalıp kadrolar, bayrak isimler vardır. Bunlar; Keita, Abidal, Kanoute, Ribery, Nasri, Muntari, Anelka, Diarralar, Toureler, Papissler.. vs) Ben bunların dışında daha çok son yıllarda bana en az Şampiyonlar Ligi, Dünya Kupası kadar zevk veren özellikle 2011 Meksika’sının u17’si, u19 ve u21 Dünya Şampiyonalarından kendileriyle ilk teması gerçekleştirip ardında iz bırakanların da kulüp performanslarını sıkı markaja almamla dikkatimi çeken birkaç yeni nesil Müslüman futbolcuyla ilgileniyorum. Beni bunlar yönünden cezbeden özellikleri salt Müslüman olmaları değil o turnuvalarda dahi Avrupa takımlarının formaları altında gol sevinçlerini dini referanslarla kutlamaları. Bunun ardında yatan sosyolojik, psikolojik nedenler. Bu örnekler üzerinden konuyu biraz deşip ardında bazı çıkarsamalar yapma uğraşına girmeden şunu da belirteyim ki vereceğim örnekler, spesifik anlamda bir istavroz çıkarma, Samir Nasri gibi tişörte 'Eid Mübarek' yazısı veyahut Kaka, David Luiz örneklerinde sık rastladığımız 'I belong to Jesus' örneklerinden çok daha fazla içselleştirilmiş  bir durum olan 'secde' etmeyi sahaya yansıtan futbolcular.

(Sofiane Feghouli)

Beni meraka sevk eden, bu insanları kimliklerine sıkı sıkıya sardıran, hatta tepki alacağını bilse dahi bu hareketinden geri bırakmayan, onlarda bunu gereksinim haline getiren dürtü nedir? sorusu. Bana kalırsa bu durum tamamen varoluşsal, kendini var edebilme ruh halinin tezahürü. Yıllardır bizde de yansımalarına rastladığımız üzere muktedirlerin öğretisinde “rasyonalize” olduğun ölçüde o toplumun kabulüsündür. 'Hazzedilmeyen yönlerini' yontarsan bu toplum seni içine alıp eşit koşullar yolunda pek de sorun çıkarmaz. Fakat buradaki sorun başa dönüyor, ontolojik soruna... Peki bu durumda var olan kişilik, senin aslolduğun, aidiyetlerini hissettiğin kişiliğin ne kadarına tekabül ediyor? Kendinden hayat adına verdiğin tavizlerin yerini, elde ettiğin tüm o konumların hangi birisi tanzim edecek?’ minvalinde sorular yaydan çıkmış ok misali ardına takılır. Buna mukabil bizde muhafazakar kesimde ve sanıyorum ki diğer Müslüman ülkelerde de benzerine rastlandığı üzere, ‘Müslüman olma’ kişiliğinin karşısına/karşıtlığına Avrupalılık koyuluyor. Senin Müslümanlığın, onlara benzediğin ölçüde yozlaşıyor.

(Adel Taarabt ve Taye Taiwo)

Tüm Batı coğrafyasında İslam bir korku figürü olarak üstlerinde heyula?? halinde dolanırken böylesi bir 'tehlike'nin kendi içlerinden çıkması şaşırtıcı açıkcası. Bu bana Avrupa'nın tüm o materyalist yönüyle sundukları karşısında kendilerinden istedikleri 'rasyonelleşme' teklifini reddedip, hatta bunun ilk zamanlar '????hristiyanlığındaki "kroamkamo??????" lar gibi içten yaşanılası ya da saklanası bir durum olarak değil bizatihi ‘karşı koyuşun mağrur duruşu’ olarak addediyorum.

(Taze İnterli İshak Belfodil)


Üstelik bu karşı koyuşun tezahürünü Zinedine Zidane, Salihamidzic?,  Bouhlarouz???? gibi 1. kuşak göçmenler jenerasyonundan olup henüz geleneklerinden sıyrılamamış yani bizim ilk dönem muktedirlerin de yaftaladığı üzere 'yeterince modernleşmemiş' bu prototipler değil, bizatihi Avrupa'nın ortasında 2.-3. kuşak olarak doğmuş, bunun dışında var olan başka bir dünyanın pek de aşinası olmayan ve Avrupa'nın eğitim, spor olanaklarının edimiyle bugün kendilerini var etmiş genç futbolcular. Hülasa, bu genç oyuncuların secde etme durumunu ben Avrupa’nın kendilerine giydirmek istedikleri kalıpları reddedip biraz olsun kendileri kalabilmenin, kendilerini böyle kabul ettirebilmenin ruh halinin yansıması olarak görüyorum.