Klasiklerin Alameti farikası
Amerikalı yazar Mark Twain, klasik romanın tanımını "Herkesin okumuş olmayı istediği ancak kimsenin okumak istemediği eser" şeklinde yapar. İnsanoğlunun değişmez gerçekliklerini tüm çıplaklığıyla dillendirmeyi başardıkları için 'klasik' sıfatını hakeden bu eserler, günümüz insanının yaşama koşullarının gerisinde kaldığından(sosyal, siyasal, kültürel anlamda) onlara içinde olmadıkları ve tahayyül edemedikleri bir dünyayı okumak fikrini pek de cazip kılmıyor. Fakat böylesi insanoğlunun yaratım yoluyla ulaşabildiği en yüksek mertebelerden istifade etmemenin de ayıbını bilerek 'daha önce okudum, hatırlamıyorum' ya da 'bunun özetini okumuştum' gibi yalanlara sarılıyorlar. Ve elbette ki hacimleri.. Klasikleri orjinallerinden değil de 3'te 1 hacmindeki kısaltmalardan okumak maçların özetlerini izlemek gibi geliyor bana. Maç içerisindeki tüm o ruh hallerinin heyecanından sıyrılmış, damarlarımızı kabartan; bizi hop ayağa kaldırıp hop koltuklara gömen duygu değişimlerinden arınmış, takımın en zayıf parçasının yüreğini ortaya koyarcasına performansını avuçlarımız patlarcasına alkışlama hakkını elimizden almış gibidir bir nevi. 2005 Liverpool'unu var edenin Fowler, Torres veya Luis Garcia olmayıp Sami Hyypia-Jamie Carragher birlikteliği olduğunu bize fısıldayan, maç içindeki herhangi bir dalgalanmanın kahramanı olmasa da yüreğiyle oynadığı bilincini maç içerisinde sezinleyemememiz durumunda maç sonu kupa töreninde naif bir tavırla en çok sevinenin Steve Finnan olmasını anlamamızı sağlayan tam metinleri okumaktır. Aksi halde kollektif bir varoluş şekli olan takım ruhunu terkedip salt golü atan oyuncunun iyi ve son toplam olarak sunulduğu bir tüketim haline bürünmüş oluruz. Hasan Ali Toptaş'ın Harfler ve Notalar kitabında bu durumun emsalinin işbu kitabın yazarı Tolstoy'un başına geldiği rivayet olunur; "Anna Karenina 1877'de yayımlandığında, Tolstoy'a 'bu romanda ne anlatıyorsunuz?' diye sorulmuş; Üstat şöyle cevap vermiş: 'Anna Karenina'da ne anlattığımı anlatabilmek için onu size ilk cümlesinden son cümlesine kadar okumam gerekir'."
Edebi bir eserin bende yer etmesinin temel koşutlarının başında, araya herhangi bir tül perdesi koymadan, 'düşünen bir düşüncenin' ürünü olmadığını hissettirerek gerçekliği bize bir mum ateşine dokunma sıcaklığında fısıldamasıdır. Anna Karenina'da sezinlediklerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki, Tolstoy bu konuda dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yazarıdır. Fakat okuma benliğimde fazlaca hacim yer tutan Dostoyevski tesirini aşamamamın olumsuz yönlerinden olan, her okuduğum yazarı Dostoyevski nazarında değerlendirme durumumun bir yanılgı olduğunu Tolstoy gösterdi bana. Bu durum Raul Gonzalez ile Zinedine Zidane'nı ya da Michael Haneke ile Quentin Tarantino'yu karşılaştırmak kadar abes ve havada kalan karşılaştırmalardı. Böylesi yerleşmiş bir algıyı da ancak Tolstoy gibi bir yazar yıkabilirdi zaten. Bu karşılaştırma emsali hakkında yazdığım tüm o sayfalar dolusu yazıyı gözümde müsvedde durumuna düşüren bir kitap okudum geçenlerde. Bu Stefan Zweig'in 'İnsanlık tarihinde yıldızın parladığı anlar' kitabıydı ve bu da sözünü ettiğim pasajdan bir alıntı:
"Tolstoy eserlerini bir şair olarak yazmamıştır. Hayalgücüyle sihirli dünyalar yaratmamıştır. Gerçek olan şeyleri anlatmakla yetinmiştir. Anlattığı zaman da bir sanatçının değil objelerin konuştuğunu duyar gibi oluruz. İnsanlar ve hayvanlar kendi dünyasından kendi hareketlerinin tabii ritmine uygun olarak, alışık oldukları özel yaşam alanlarından rahatça çıkarmış gibi görünürler bize. Onların arkalarında daha çabuk hareket etmelerini sağlamak ve itelemek için, Dostoyevski'nin yaptığı gibi -kahramanlarını çığlıklar atarak ve ateşler içerisinde tutkularının meydanına atılsınlar diye şiddetle kamçılayan- heyecanlı bir şair yoktur. Tolstoy anlatırken soluğu hissedilmez. Tıpkı dağlı bölgelerde yaşayanların yüksek bir dağa tırmanırken yaptıkları şekilde hareket eder. Yavaş yavaş, düzenli olarak, derece derece, sıçrayıp atlamadan, sabırsızlanmadan, yorulmadan, zayıflık belirtisi göstermeden; ve kalbinin atışları hiçbir zaman sesine yansımaz. Tolstoy'un peşinde gittiğimiz zaman duyduğumuz eşsiz huzur buradan ileri gelir. Tolstoy'da, Dostoyevski'de olduğu gibi hayranlığın göz kamaştırıcı kıvrımları boyunca bir şimşek hızıyla sürüklenmeyiz; birdenbire uçurumların baş döndürücü derinliklerine atlamayız; kanatlanarak, akla hayale sığmaz bir rüya alemine doğru uçmayız: Tolstoy'un sanatı karşısında tıpkı bilimin karşısında olduğumuz gibi gözlerimiz her şey çok iyi görecek şekilde apaçıktır."
Yaşam mı, ölüm mü? Anna mı, Levin mi?
Anna'nın makus talihine kaba taslak baktığımızda kendisine hınç duyabilir, peşin hüküm vererek sonunu -Vronski'nin annesi gibi- ibret vesikası olarak görebiliriz ve fakat Tolstoy uzun karakter tahlillerinde Anna'yı benliğimize öylesine yerleştirip vicdanımızda onu temize çıkarır ki o kötü sonu hakkında, masum bir insanın suçsuz yere ölümüne yakın bir acıma duygusu çöker üzerimize. Tolstoy da kitapta söz arasında küçük bir noktada ipucu verircesine "Ne cana yakın, ne duygulu insanlar olduklarını anlamak için yakından tanımak gerekir Anna ile Vronskiyi. Ben tanıyorum onları" der ve bize kendilerince masumiyetlerini ıspatlama kaygısı güttüğünü gösterir. Kitap Anna'nın tüm o 'nevruzları' zamanında kendisine rehberlik eden ve kitabın önsözünde de yer bulduğu haliyle İncil'den alıntılanan "İçim nefretle dolu, öcümü alacağım" sözü kitabın genel olay örgüsünü özetler ve bu söz Anna'da tecelli eder. Fakat Anna'nın kaderine koşut olarak sunulan Levin'in hikayesi ise bambaşka yerde son bulur. Tolstoy'un hayatını, yaşamındaki gelgitleri şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimiz zaman sanıyorum ki kendisini en fazla kotardığı karakteri Levin'dir. Eğitimini bir yana bırakıp taşraya taşınması, o dönemde yeni yeni taban bulan komünist fikirlerden etkilenip mülkiyet ve feodal düzen karşıtı söylem ve icraatleri, iflah olmaz bir evlilik hayatı, Tanrı ve din sorgulamaları ve karşılık bulmayan ilk yazarlık serüveni.. Tüm bunları Tolstoy, kısmi olarak silik bir tip olan Levin'in monologlarında kendisine söyletir-ki modern edebiyatla başladığı varsayılan bilinç akışı tekniğinin ilk tezahürünü görürüz.-
Kitabın yayımlanma süreci olan 1877'li yıllar Tolstoy'un yaşamındaki buhranlı dönemlere tekabül eder ve Tolstoy gibi bir yazarın kendini bu eserler üzerinden konumlandırdığını baz alırsak, Tolstoy duygudaşlık yarattığı Levin ve Anna karakterleri üzerinden "Yaşam" ve "Ölüm" ahvallerini sorgulama yoluna gitmiştir. Anna üzerinden dudaklarında son bir dermanla kendisine "Alekseyin de, Seryojanın da utancını, yüzkarasını, benim de korkunç yüzkaramı silecek ölüm. Ben ölünce pişman olacak o, içi sızlayacak, sevecek beni, benim için acı çekecek(...) ışığında endişelerle, yalanlarla, üzüntülerle, kötülüklerle dolu kitabı okuduğu mum bir anda her zamankinden daha bir parladı. şimdiye dek Anna için karanlıkta olan herşeyi aydınlattı. Sonra titredi ışık, sönmeye başladı, söndü." sözlerini söyletip ÖLÜM'ü pay eder. Bunun koşutu olarak Levin'e: "Kötülüğün boyunduruğundan kurtulmak gerekti. Bunun da tek yolu vardı, ölüm. Levin kendini inthara birkaç kez öylesine yakın hissetmişti ki, kendini asmamak için ipi saklamaya, kendini vurmamak için tüfekle dolaşmaktan korkmaya başladı. Ama vurmadı kendini Levin, asmadı da. Yaşamayı sürdürdü.(...) Ama artık yaşamım, bütün yaşamımın her dakikası eskisi gibi anlamsız olmak bir yana, ruhuma bilinçli olarak yerleştirebilceğim, kuşku edilemeyecek iyilik kavramıyla dolu olacak." sözlerini geleceğe umut teminatı olarak verir ve kendisi Levin olmayı tercih etmiştir.
Bunların yanında kaygısız, tek kaygısı yükselme hırsı olan Anna'nın kocası bürokrat Aleksey Aleksandrovic, ailesinin güdümünde bir hayat tanzim etme durumunda kalsa da Levinle evlenme şansına varan iyi yürekli Kiti, hayatı boyunca mutsuzluğun mahkumu olmuş ve bunu kırma yolunda kardeşi kadar cesur davranamamış olan Dolli, ebeveynlerinin başında kopan fırtınalara bin kat yabancı zavallı Seryoja, Karamazovların İvan'ına en yakın karakter Levin'in abisi Nikolay...Her biri hakkında sayfalarca yazılabilir ama bu tür karakter analizlerine konuşacak bir karşı ses duymayınca özellikle blogda yazmak pek cazip gelmiyor açıkcası. Ve bunları çabucak geçelim şimdilik.
Tolstoy Sinematografisi ve Asghar Farhadi
Tren, Tanrı Fenomenini mi sembolize ediyor?
Son olarak Tolstoy'da müthiş bir sinematografi varlığı sezinledim kitap boyunca. Bölümler arası geçişlerde sürekli tren metasını kullanması, yarış öncesi bir atın dinginliği, heyecanı ve yarış boyunca hiç bir atın hakkını yemeden herkese aynı anda pür dikkat kesilmesi ve av köpeğinin davranışlarına, düşüncelerine giren bir Tolstoy kamerası vardır adeta. Daha da dikkat çekeni kitabın arka planına yerleştirilmiş, çarpıcı bir tren metaforu vardır bana kalırsa. Anna'nın trenden iner inmez Vronski ile karşılaşması ve gözlerinden ilk parıltının çakması, başlarına gelen her badirede başka bir yere gitme ihtiyacı hisseden karakterler; Anna'nın kocasından kaçıp arzularının peşine Moskova'ya gidişi, Dolli'nin eşine olan nefretini dindirmek için köye Kiti'ye gitmesi, Levin'in beyninde tesirli bomba etkisi yaratan düşünceleri dindirebilmek ve yaşadığı şehir hayatından kaçmak için taşraya gitmesi.. Ve Anna'nın intihar yolunda trenin önüne atlaması ve finalinde kaçış olarak addedebileceğimiz Vronski'nin kötü anıları geride bırakıp Osmanlı'ya karşı 93 Harbi için Cepheye gitmesi... Tüm bu karakterlerin her ruh hali değişimi ihtiyacında bir başka yere gitme istekleri veya bir sığınma/korunma ihtiyacı olarak trene başvurmaları.. Bu bana fena halde "Tanrı" fenomenini çağrıştırdı. İnsanlar bir duaya el açar gibi çareyi trene başvurmakta ararlar her seferinde. Anna'nın kendini ona feda etmesi, Vronski'nin muhtemel ki bilinçsiz, ruhsuz yaşayacağı yılları ona bir sığınma hali olarak değerlendirmesi vs... bilmiyorum Tolstoy böylesi bir düşünceyi zerk etmiş mi romana fakat ben böylesi derin bir arka plana fena halde taktım roman boyunca. Tüm bu argümanların yanına Tolstoy'un ölümünün bir tren istasyonunda oluşunu bilmek de kuşkularımı, gerçeğe inkılab ediyor.
Anna Karenina ve Asghar Farhadi tesiri
İçerik ve uslüp bakımındansa sinemadan İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin Tolstoy'dan ve Anna Karenina'sından aşırı derecede etkilendiği geldi aklıma. Gerekçelerini kendime açıklarken izlediğim 3 Farhadi filminin (Bir Ayrılık, Elly Hakkında ve son olarak Geçmiş) genel bir portresini çizdim ve tüm bu filmlerde varolan hiç bir karakterin merkeze oturtulmadan işlenmesi ve hiç birinin tam manasıyla ne masum ne de suçlu yaftasının yapıştırılmadan yönetmen tarafından seyircinin vicdanında sınanması yoluna gidilmesi,, -Anna Karenina'da da 4 karaktere eşit ve yüksek oranda yer verilmek suretiyle toplamda 7 karakter ayrıntılarıyla işlenir ve hepsinin tabii kusurları vardır ve masum değillerdir ama suçlu diyebileceğimiz karakter de yoktur.-
-İletişimsizlikten doğan ve kolayca halledilebilecek olayların üstü örtüldükçe açmaza sürüklenip kısırdöngü halini alması.. Bir Ayrılık'ın iskeletini oluşturan ve saadetleri yolunda ufak ama önemli bir engel olarak duran 'mahkeme'nin sonuçlanamaması ve benzerinin kitapta mutluluğa ulaşma yolunda boşanmak isteyen Anna'nın, kocası Aleksandrovic'ten toplumsal, cemiyet kaygıları ve oğlu Seryoja'yı vermek istememesinden dolayı her seferinde veto yemesi,,
-Anna'nın kocası ve aşığı arasında aşınmaya başlayan ruh hali, beynini kemirmeye başlayan kıskançlık krizleri ve kendi hatasından dolayı kocasının öcünü oğlundan alması ile Elly Hakkında filminde Sepideh'in kocasının Elly'nin kaybolmasını oğlunun ihmaline yüklemesi, kaybolduğu haberiyle gelen nişanlısına yalan söylemek zorunda kalan Sepideh'in ruh hali Anna'dan aşağı kalır yanı olmaması,,
-Geçmiş filminde iyisiyle kötüsüyle devam eden Samir ve Marie birlikteliği Ahmed'in Fransa'ya gelişiyle sekteye uğraması ile Kiti'nin evlilikleri öncesinde Vronski'yi Levin'e tercih etmiş olması ve ruhunda bunun silinmez izini taşıyan Levin'in, Vronski'nin kendilerine gelmesiyle hadsafhaya çıkan iç huzursuzluğu,,
-Ebeveynlerinin başında esen sert fırtınaların göbeğinde arada kalan ve eğitmenlerin boyunduruğunda büyümek zorunda kalan Ayrılık'ın Termeh'i ile Kareninlerin Seryoja'sı,,
-Farhadi'nin 3 filminde de filmlerin temelini 'mevhumlar'ın doğrudan etkilemesi (Bir Ayrılıktaki cenin, Elly Hakkında'da Elly'nin okyanusta kaybolmasıyla yokluğu üzerinden dönen tartışmalar ve Geçmiş filminde de komada olan ve sadece son sahnede ruhsuz bedeni gözüken kadın) ile Anna'nın intiharı yolunda bardağı taşıran damla olan, Vronski'nin hiç görmediği ve kitapta isminin dahi geçmediği Vronski'nin annesinin evlenmek için getirdiği gelin adayı,,
..tüm bunlar kitap ve film hakkında oluşturduğum paralel okumalardan çıkarsadığım sonuçlar.
Açmak istediğim bir kaç konu daha vardı fakat fazla da şişirip bulanıklaştırmayayım ne burayı, ne de zihnimi.. Sizi bilmem ama dünyadaki bunca kötücül arasından beni hayata temelinden bağlayan 3 olgu vardır, edebiyat, sinema ve futbol. Bu tür uğraşlar iyi ki varlar ve varlık alanıma katmışım ki zihnimde, ruhumda, yüreğimde uçuşup duran bunca yığını biraraya getirebiliyorum.