Bu Blogda Ara

9 Aralık 2013 Pazartesi

Anna Karenina, Tolstoy sinematografisi ve Asghar Farhadi


Tolstoy ve Dostoyevski okumak insanı ikircikli bir ruh haline sevk ediyor. Böylesi yazarları okuduktan sonra, herhangi diğer kitapları okuduğunuz gibi okuyup geçemiyorsunuz kolaylıkla. Bu tür eserler insana ciddi yaptırım uyguluyorlar, yazma ve yazmamak durumu üzerinden. Bir yanda böylesi yazarlar üstüne benim söyleyecek ne sözüm olabilir ki ruh hali hüküm sürerken, diğer yandan ise tanık olunan bir mucize gibi 'bunu mutlaka anlatmalıyım' duygusu çöker üzerinize. Tüm anlatacaklarınız bu mucizeyi yüceltecekten öteye bir anlam taşımayacağını bilseniz dahi.

                                              Klasiklerin Alameti farikası


Amerikalı yazar Mark Twain, klasik romanın tanımını "Herkesin okumuş olmayı istediği ancak kimsenin okumak istemediği eser" şeklinde yapar. İnsanoğlunun değişmez gerçekliklerini tüm çıplaklığıyla dillendirmeyi başardıkları için 'klasik' sıfatını hakeden bu eserler, günümüz insanının yaşama koşullarının gerisinde kaldığından(sosyal, siyasal, kültürel anlamda) onlara içinde olmadıkları ve tahayyül edemedikleri bir dünyayı okumak fikrini pek de cazip kılmıyor. Fakat böylesi insanoğlunun yaratım yoluyla ulaşabildiği en yüksek mertebelerden istifade etmemenin de ayıbını bilerek 'daha önce okudum, hatırlamıyorum' ya da 'bunun özetini okumuştum' gibi yalanlara sarılıyorlar. Ve elbette ki hacimleri.. Klasikleri orjinallerinden değil de 3'te 1 hacmindeki kısaltmalardan okumak maçların özetlerini izlemek gibi geliyor bana. Maç içerisindeki tüm o ruh hallerinin heyecanından sıyrılmış, damarlarımızı kabartan; bizi hop ayağa kaldırıp hop koltuklara gömen duygu değişimlerinden arınmış, takımın en zayıf parçasının yüreğini ortaya koyarcasına performansını avuçlarımız patlarcasına alkışlama hakkını elimizden almış gibidir bir nevi. 2005 Liverpool'unu var edenin Fowler, Torres veya Luis Garcia olmayıp Sami Hyypia-Jamie Carragher birlikteliği olduğunu bize fısıldayan, maç içindeki herhangi bir dalgalanmanın kahramanı olmasa da yüreğiyle oynadığı bilincini maç içerisinde sezinleyemememiz durumunda maç sonu kupa töreninde naif bir tavırla en çok sevinenin Steve Finnan olmasını anlamamızı sağlayan tam metinleri okumaktır. Aksi halde kollektif bir varoluş şekli olan takım ruhunu terkedip salt golü atan oyuncunun iyi ve son toplam olarak sunulduğu bir tüketim haline bürünmüş oluruz. Hasan Ali Toptaş'ın Harfler ve Notalar kitabında bu durumun emsalinin işbu kitabın yazarı Tolstoy'un başına geldiği rivayet olunur; "Anna Karenina 1877'de yayımlandığında, Tolstoy'a 'bu romanda ne anlatıyorsunuz?' diye sorulmuş; Üstat şöyle cevap vermiş: 'Anna Karenina'da ne anlattığımı anlatabilmek için onu size ilk cümlesinden son cümlesine kadar okumam gerekir'."


Edebi bir eserin bende yer etmesinin temel koşutlarının başında, araya herhangi bir tül perdesi koymadan, 'düşünen bir düşüncenin' ürünü olmadığını hissettirerek gerçekliği bize bir mum ateşine dokunma sıcaklığında fısıldamasıdır. Anna Karenina'da sezinlediklerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki, Tolstoy bu konuda dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yazarıdır. Fakat okuma benliğimde fazlaca hacim yer tutan Dostoyevski tesirini aşamamamın olumsuz yönlerinden olan, her okuduğum yazarı Dostoyevski nazarında değerlendirme durumumun bir yanılgı olduğunu Tolstoy gösterdi bana. Bu durum Raul Gonzalez ile Zinedine Zidane'nı ya da Michael Haneke ile Quentin Tarantino'yu karşılaştırmak kadar abes ve havada kalan karşılaştırmalardı. Böylesi yerleşmiş bir algıyı da ancak Tolstoy gibi bir yazar yıkabilirdi zaten. Bu karşılaştırma emsali hakkında yazdığım tüm o sayfalar dolusu yazıyı gözümde müsvedde durumuna düşüren bir kitap okudum geçenlerde. Bu Stefan Zweig'in 'İnsanlık tarihinde yıldızın parladığı anlar' kitabıydı ve bu da sözünü ettiğim pasajdan bir alıntı:
    "Tolstoy eserlerini bir şair olarak yazmamıştır. Hayalgücüyle sihirli dünyalar yaratmamıştır. Gerçek olan şeyleri anlatmakla yetinmiştir. Anlattığı zaman da bir sanatçının değil objelerin konuştuğunu duyar gibi oluruz. İnsanlar ve hayvanlar kendi dünyasından kendi hareketlerinin tabii ritmine uygun olarak, alışık oldukları özel yaşam alanlarından rahatça çıkarmış gibi görünürler bize. Onların arkalarında daha çabuk hareket etmelerini sağlamak ve itelemek için, Dostoyevski'nin yaptığı gibi -kahramanlarını çığlıklar atarak ve ateşler içerisinde tutkularının meydanına atılsınlar diye şiddetle kamçılayan- heyecanlı bir şair yoktur. Tolstoy anlatırken soluğu hissedilmez. Tıpkı dağlı bölgelerde yaşayanların yüksek bir dağa tırmanırken yaptıkları şekilde hareket eder. Yavaş yavaş, düzenli olarak, derece derece, sıçrayıp atlamadan, sabırsızlanmadan, yorulmadan, zayıflık belirtisi göstermeden; ve kalbinin atışları hiçbir zaman sesine yansımaz. Tolstoy'un peşinde gittiğimiz zaman duyduğumuz eşsiz huzur buradan ileri gelir. Tolstoy'da, Dostoyevski'de olduğu gibi hayranlığın göz kamaştırıcı kıvrımları boyunca bir şimşek hızıyla sürüklenmeyiz; birdenbire uçurumların baş döndürücü derinliklerine atlamayız; kanatlanarak, akla hayale sığmaz bir rüya alemine doğru uçmayız: Tolstoy'un sanatı karşısında tıpkı bilimin karşısında olduğumuz gibi gözlerimiz her şey çok iyi görecek şekilde apaçıktır."

Yaşam mı, ölüm mü? Anna mı, Levin mi?

Böylesi bir kitap hakkında konuşmaya başlayınca insan istemdışı olarak kitabın özetini ortaya çıkarır mahiyette sözler sarf ediyor. Eğer bu satırları okuyorsanız size peşinen yapabileceğim en faydalı iş, bu kitabı tavsiye etmek olacaktır. Kitaptaki her halleriyle orjinal ve bende silinmez hatıralar bırakma yönüyle, Alyoşa ve İvan'ın yanına Levin ve Anna karakterlerini heybeme aldıktan sonra diğer karakterler hakkında daha cesur konuşabilirim sanırım. Tolstoy'da ziyadesiyle varlığını sezinlediğim ikircikli ruh hali kitaptaki 2 temel karakterin üzerine titreyişinde çok baskın olarak gösterir kendini. Bunlar tutkularının, şehvetinin ve kıskançlık krizlerinin pençesinde olan 'Anna karakteri' ile ahlaki idealleri olan, kendisine bir an olsun aman vermeyen ve hakkında konuştuğunda kelimesinin başına dahi her daim büyük harfle başladığı Vicdan ahvali ve bunun tesiri altında varoluş mücadelesi veren Levin karakteridir.



 Anna'nın makus talihine kaba taslak baktığımızda kendisine hınç duyabilir, peşin hüküm vererek sonunu -Vronski'nin annesi gibi- ibret vesikası olarak görebiliriz ve fakat Tolstoy uzun karakter tahlillerinde Anna'yı benliğimize öylesine yerleştirip vicdanımızda onu temize çıkarır ki o kötü sonu hakkında, masum bir insanın suçsuz yere ölümüne yakın bir acıma duygusu çöker üzerimize. Tolstoy da kitapta söz arasında küçük bir noktada ipucu verircesine "Ne cana yakın, ne duygulu insanlar olduklarını anlamak için yakından tanımak gerekir Anna ile Vronskiyi. Ben tanıyorum onları" der ve bize kendilerince masumiyetlerini ıspatlama kaygısı güttüğünü gösterir. Kitap Anna'nın tüm o 'nevruzları' zamanında kendisine rehberlik eden ve kitabın önsözünde de yer bulduğu haliyle İncil'den alıntılanan "İçim nefretle dolu, öcümü alacağım" sözü kitabın genel olay örgüsünü özetler ve bu söz Anna'da tecelli eder. Fakat Anna'nın kaderine koşut olarak sunulan Levin'in hikayesi ise bambaşka yerde son bulur. Tolstoy'un hayatını, yaşamındaki gelgitleri şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimiz zaman sanıyorum ki kendisini en fazla kotardığı karakteri Levin'dir. Eğitimini bir yana bırakıp taşraya taşınması, o dönemde yeni yeni taban bulan komünist fikirlerden etkilenip mülkiyet ve feodal düzen karşıtı söylem ve icraatleri, iflah olmaz bir evlilik hayatı, Tanrı ve din sorgulamaları ve karşılık bulmayan ilk yazarlık serüveni.. Tüm bunları Tolstoy, kısmi olarak silik bir tip olan Levin'in monologlarında kendisine söyletir-ki modern edebiyatla başladığı varsayılan bilinç akışı tekniğinin ilk tezahürünü görürüz.-


  Kitabın yayımlanma süreci olan 1877'li yıllar Tolstoy'un yaşamındaki buhranlı dönemlere tekabül eder ve Tolstoy gibi bir yazarın kendini bu eserler üzerinden konumlandırdığını baz alırsak, Tolstoy duygudaşlık yarattığı Levin ve Anna karakterleri üzerinden "Yaşam" ve "Ölüm" ahvallerini sorgulama yoluna gitmiştir. Anna üzerinden dudaklarında son bir dermanla kendisine "Alekseyin de, Seryojanın da utancını, yüzkarasını, benim de korkunç yüzkaramı silecek ölüm. Ben ölünce pişman olacak o, içi sızlayacak, sevecek beni, benim için acı çekecek(...) ışığında endişelerle, yalanlarla, üzüntülerle, kötülüklerle dolu kitabı okuduğu mum bir anda her zamankinden daha bir parladı. şimdiye dek Anna için karanlıkta olan herşeyi aydınlattı. Sonra titredi ışık, sönmeye başladı, söndü." sözlerini söyletip ÖLÜM'ü pay eder. Bunun koşutu olarak Levin'e: "Kötülüğün boyunduruğundan kurtulmak gerekti. Bunun da tek yolu vardı, ölüm. Levin kendini inthara birkaç kez öylesine yakın hissetmişti ki, kendini asmamak için ipi saklamaya, kendini vurmamak için tüfekle dolaşmaktan korkmaya başladı. Ama vurmadı kendini Levin, asmadı da. Yaşamayı sürdürdü.(...) Ama artık yaşamım, bütün yaşamımın her dakikası eskisi gibi anlamsız olmak bir yana, ruhuma bilinçli olarak yerleştirebilceğim, kuşku edilemeyecek iyilik kavramıyla dolu olacak." sözlerini geleceğe umut teminatı olarak verir ve kendisi Levin olmayı tercih etmiştir.


Bunların yanında kaygısız, tek kaygısı yükselme hırsı olan Anna'nın kocası bürokrat Aleksey Aleksandrovic, ailesinin güdümünde bir hayat tanzim etme durumunda kalsa da Levinle evlenme şansına varan iyi yürekli Kiti, hayatı boyunca mutsuzluğun mahkumu olmuş ve bunu kırma yolunda kardeşi kadar cesur davranamamış olan Dolli, ebeveynlerinin başında kopan fırtınalara bin kat yabancı zavallı Seryoja, Karamazovların İvan'ına en yakın karakter Levin'in abisi Nikolay...Her biri hakkında sayfalarca yazılabilir ama bu tür karakter analizlerine konuşacak bir karşı ses duymayınca özellikle blogda yazmak pek cazip gelmiyor açıkcası. Ve bunları çabucak geçelim şimdilik.

Tolstoy Sinematografisi ve Asghar Farhadi



                                         Tren, Tanrı Fenomenini mi sembolize ediyor?

Son olarak Tolstoy'da müthiş bir sinematografi varlığı sezinledim kitap boyunca. Bölümler arası geçişlerde sürekli tren metasını kullanması, yarış öncesi bir atın dinginliği, heyecanı ve yarış boyunca hiç bir atın hakkını yemeden herkese aynı anda pür dikkat kesilmesi ve av köpeğinin davranışlarına, düşüncelerine giren bir Tolstoy kamerası vardır adeta. Daha da dikkat çekeni kitabın arka planına yerleştirilmiş, çarpıcı bir tren metaforu vardır bana kalırsa. Anna'nın trenden iner inmez Vronski ile karşılaşması ve gözlerinden ilk parıltının çakması, başlarına gelen her badirede başka bir yere gitme ihtiyacı hisseden karakterler; Anna'nın kocasından kaçıp arzularının peşine Moskova'ya gidişi, Dolli'nin eşine olan nefretini dindirmek için köye Kiti'ye gitmesi, Levin'in beyninde tesirli bomba etkisi yaratan düşünceleri dindirebilmek ve yaşadığı şehir hayatından kaçmak için taşraya gitmesi.. Ve Anna'nın intihar yolunda trenin önüne atlaması ve finalinde kaçış olarak addedebileceğimiz Vronski'nin kötü anıları geride bırakıp Osmanlı'ya karşı 93 Harbi için Cepheye gitmesi... Tüm bu karakterlerin her ruh hali değişimi ihtiyacında bir başka yere gitme istekleri veya bir sığınma/korunma ihtiyacı olarak trene başvurmaları.. Bu bana fena halde "Tanrı" fenomenini çağrıştırdı. İnsanlar bir duaya el açar gibi çareyi trene başvurmakta ararlar her seferinde. Anna'nın kendini ona feda etmesi, Vronski'nin muhtemel ki bilinçsiz, ruhsuz yaşayacağı yılları ona bir sığınma hali olarak değerlendirmesi vs... bilmiyorum Tolstoy böylesi bir düşünceyi zerk etmiş mi romana fakat ben böylesi derin bir arka plana fena halde taktım roman boyunca.  Tüm bu argümanların yanına Tolstoy'un ölümünün bir tren istasyonunda oluşunu bilmek de kuşkularımı, gerçeğe inkılab ediyor.

Anna Karenina ve Asghar Farhadi tesiri


İçerik ve uslüp bakımındansa sinemadan İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin Tolstoy'dan ve Anna Karenina'sından aşırı derecede etkilendiği geldi aklıma. Gerekçelerini kendime açıklarken izlediğim 3 Farhadi filminin (Bir Ayrılık, Elly Hakkında ve son olarak Geçmiş) genel bir portresini çizdim ve tüm bu filmlerde varolan hiç bir karakterin merkeze oturtulmadan işlenmesi ve hiç birinin tam manasıyla ne masum ne de suçlu yaftasının yapıştırılmadan yönetmen tarafından seyircinin vicdanında sınanması yoluna gidilmesi,, -Anna Karenina'da da 4 karaktere eşit ve yüksek oranda yer verilmek suretiyle toplamda 7 karakter ayrıntılarıyla işlenir ve hepsinin tabii kusurları vardır ve masum değillerdir ama suçlu diyebileceğimiz karakter de yoktur.-

-İletişimsizlikten doğan ve kolayca halledilebilecek olayların üstü örtüldükçe açmaza sürüklenip kısırdöngü halini alması.. Bir Ayrılık'ın iskeletini oluşturan ve saadetleri yolunda ufak ama önemli bir engel olarak duran 'mahkeme'nin sonuçlanamaması ve benzerinin kitapta mutluluğa ulaşma yolunda boşanmak isteyen Anna'nın, kocası Aleksandrovic'ten toplumsal, cemiyet kaygıları ve oğlu Seryoja'yı vermek istememesinden dolayı her seferinde veto yemesi,,

-Anna'nın kocası ve aşığı arasında aşınmaya başlayan ruh hali, beynini kemirmeye başlayan kıskançlık krizleri ve kendi hatasından dolayı kocasının öcünü oğlundan alması ile Elly Hakkında filminde Sepideh'in kocasının Elly'nin kaybolmasını oğlunun ihmaline yüklemesi, kaybolduğu haberiyle gelen nişanlısına yalan söylemek zorunda kalan Sepideh'in ruh hali Anna'dan aşağı kalır yanı olmaması,,


-Geçmiş filminde iyisiyle kötüsüyle devam eden Samir ve Marie birlikteliği Ahmed'in Fransa'ya gelişiyle sekteye uğraması ile Kiti'nin evlilikleri öncesinde Vronski'yi Levin'e tercih etmiş olması ve ruhunda bunun silinmez izini taşıyan Levin'in, Vronski'nin kendilerine gelmesiyle hadsafhaya çıkan iç huzursuzluğu,,

-Ebeveynlerinin başında esen sert fırtınaların göbeğinde arada kalan ve eğitmenlerin boyunduruğunda büyümek zorunda kalan Ayrılık'ın Termeh'i ile Kareninlerin Seryoja'sı,,

-Farhadi'nin 3 filminde de filmlerin temelini 'mevhumlar'ın doğrudan etkilemesi (Bir Ayrılıktaki cenin, Elly Hakkında'da Elly'nin okyanusta kaybolmasıyla yokluğu üzerinden dönen tartışmalar ve Geçmiş filminde de komada olan ve sadece son sahnede ruhsuz bedeni gözüken kadın) ile Anna'nın intiharı yolunda bardağı taşıran damla olan, Vronski'nin hiç görmediği ve kitapta isminin dahi geçmediği Vronski'nin annesinin evlenmek için getirdiği gelin adayı,,
..tüm bunlar kitap ve film hakkında oluşturduğum paralel okumalardan çıkarsadığım sonuçlar.

Açmak istediğim bir kaç konu daha vardı fakat fazla da şişirip bulanıklaştırmayayım ne burayı, ne de zihnimi.. Sizi bilmem ama dünyadaki bunca kötücül arasından beni hayata temelinden bağlayan 3 olgu vardır, edebiyat, sinema ve futbol. Bu tür uğraşlar iyi ki varlar ve varlık alanıma katmışım ki zihnimde, ruhumda, yüreğimde uçuşup duran bunca yığını biraraya getirebiliyorum.

26 Kasım 2013 Salı

Terörist Seyrediyor

Wislawa Szymborska'nın bu şiirini her okuduğumda bana kaderi, şansı, tehlikeyi, katliamı, umudu, umutsuzluğu, yazgıyı; kaçınılmazlığını, çaresizliği ve en önemlisi de yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizginin ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu anımsatıyor. Üstelik gerek şiire zerk edilmiş tüm bu kavramların çeşitliliği, gerekse de kendi meşrebimizce bu kavramların içini doldurmamızla da kült bir roman okumuş hissi uyandırıyor insanda. Öyle ya bazen bir şiir fena halde hayata benzer!


Bardaki bomba on üç yirmide patlayacak. 
Saat henüz on üç on altı. 
Birilerinin bara girmesine vakit var daha 
birilerinin çıkmasına da. 

Terörist şimdiden karşı kaldırımda. 
Mesafe onu tehlikeden korumakta, 
manzarasına da diyecek yok- filmlerdeki gibi. 

Sarı ceketli kadın içeri giriyor. 
Güneş gözlüklü adam dışarı çıkıyor. 
Kot pantolonlu gençler konuşuyorlar. 
Onüç onyedi ve dört saniye. 
Kısa boylu olanı şanslıymış, mopedine biniyor, 
ama uzun boylusu giriyor içeri. 

Onüç onyedi ve kırk saniye. 
Şurada yürüyen kız, saçı yeşil kurdeleli. 
Birdenbire otobüs geçiyor önünden. 
Onüç onsekiz. 
Kız yok. 
Gafilin teki miydi, içeri girdi mi girmedi mi? 
Göreceğiz, hepsini dışarı çıkardıklarında. 

Onüç ondokuz. 
Kimse girmez oldu her nasılsa. 
Kel, şişman adam çıkıyor ama. 
Yoo, ceplerinde bir şey arıyor gibi 
ve 
yirmi saniye kala onüç yirmiye 
aklı eldivenlerinin peşinde, tekrar girdi içeriye. 

Saat tam onüç yirmi. 
Bitmeyecekmiş gibi bu bekleme. 
Birkaç saniye daha. 
Hayır, henüz değil. 
Evet, şimdi. 
Bomba patlıyor. 


*Türkçe çeviri Gündüz Vassaf

19 Kasım 2013 Salı

Yeni Nesil Müslaman Futbolcular Üzerine

Çocukluğuma tekabül eden ve gösteri dünyasının kapılarını yeni yeni araladığımız dönemlerde, o dünyadaki varlığımızı ‘Müslüman’ figürüyle bizden biri olarak temsil eden bir 'Müslüman sporcu' arayışımız ve sığınağımız vardı. Buna yıllar yılı bizi başka mahallenin çocuğu olarak görüp kendi içlerine almayan o dünyada neşet eden ‘truva atımız’ Muhammed Ali ile hıncımızın demir yumrukları olarak kroşe gibi iniyorduk. 2000'li yıllarla birlikte bunun yansımalarını futbolda esmer kavruk silüetleri ve isimleri de eski bir dostu andırırcasına yakın gelen Mağripli futbolcularla gördük.  Futbol hepten yeni bir şey değildi bizim için fakat şov dünyasının sahnesinde bizden birilerinin olmaması acaba maç öncesi tüm o ısınma hareketlerimizin salt top toplama görevi için mi bize yaptırıldığı kaygısını da yaşatıyordu içten içe. Neyse ki kaygımızın yersizliğini erken gördük. Burada da ilk teselliyi pratik anlamda Müslüman kimliğini afişe etmekten daima kaçınıp 'apolitik' takılsa dahi bizim kendisini zoraki benimsediğimiz Zinedine Zidane ve Münih'li Ali Dayı(Daei) vardı. Umudumuzu, beklentilerimizi ve avuntularımızı oraya kanalize ettik bu sefer.

(Lyonlu Yassine Benzia)

Başlarda futbolla kurduğumuz böylesi naif ve saydam ilişki zamanla etkisini futbolun geniş potasında eritse de bugün bunun üzerinden futbolla ilişiği sürdüren insanlar var. 'Müslüman Futbolcu figürü' konusunda artık kendi içinde belli statüko oluşturmuş olan kalıp kadrolar, bayrak isimler vardır. Bunlar; Keita, Abidal, Kanoute, Ribery, Nasri, Muntari, Anelka, Diarralar, Toureler, Papissler.. vs) Ben bunların dışında daha çok son yıllarda bana en az Şampiyonlar Ligi, Dünya Kupası kadar zevk veren özellikle 2011 Meksika’sının u17’si, u19 ve u21 Dünya Şampiyonalarından kendileriyle ilk teması gerçekleştirip ardında iz bırakanların da kulüp performanslarını sıkı markaja almamla dikkatimi çeken birkaç yeni nesil Müslüman futbolcuyla ilgileniyorum. Beni bunlar yönünden cezbeden özellikleri salt Müslüman olmaları değil o turnuvalarda dahi Avrupa takımlarının formaları altında gol sevinçlerini dini referanslarla kutlamaları. Bunun ardında yatan sosyolojik, psikolojik nedenler. Bu örnekler üzerinden konuyu biraz deşip ardında bazı çıkarsamalar yapma uğraşına girmeden şunu da belirteyim ki vereceğim örnekler, spesifik anlamda bir istavroz çıkarma, Samir Nasri gibi tişörte 'Eid Mübarek' yazısı veyahut Kaka, David Luiz örneklerinde sık rastladığımız 'I belong to Jesus' örneklerinden çok daha fazla içselleştirilmiş  bir durum olan 'secde' etmeyi sahaya yansıtan futbolcular.

(Sofiane Feghouli)

Beni meraka sevk eden, bu insanları kimliklerine sıkı sıkıya sardıran, hatta tepki alacağını bilse dahi bu hareketinden geri bırakmayan, onlarda bunu gereksinim haline getiren dürtü nedir? sorusu. Bana kalırsa bu durum tamamen varoluşsal, kendini var edebilme ruh halinin tezahürü. Yıllardır bizde de yansımalarına rastladığımız üzere muktedirlerin öğretisinde “rasyonalize” olduğun ölçüde o toplumun kabulüsündür. 'Hazzedilmeyen yönlerini' yontarsan bu toplum seni içine alıp eşit koşullar yolunda pek de sorun çıkarmaz. Fakat buradaki sorun başa dönüyor, ontolojik soruna... Peki bu durumda var olan kişilik, senin aslolduğun, aidiyetlerini hissettiğin kişiliğin ne kadarına tekabül ediyor? Kendinden hayat adına verdiğin tavizlerin yerini, elde ettiğin tüm o konumların hangi birisi tanzim edecek?’ minvalinde sorular yaydan çıkmış ok misali ardına takılır. Buna mukabil bizde muhafazakar kesimde ve sanıyorum ki diğer Müslüman ülkelerde de benzerine rastlandığı üzere, ‘Müslüman olma’ kişiliğinin karşısına/karşıtlığına Avrupalılık koyuluyor. Senin Müslümanlığın, onlara benzediğin ölçüde yozlaşıyor.

(Adel Taarabt ve Taye Taiwo)

Tüm Batı coğrafyasında İslam bir korku figürü olarak üstlerinde heyula?? halinde dolanırken böylesi bir 'tehlike'nin kendi içlerinden çıkması şaşırtıcı açıkcası. Bu bana Avrupa'nın tüm o materyalist yönüyle sundukları karşısında kendilerinden istedikleri 'rasyonelleşme' teklifini reddedip, hatta bunun ilk zamanlar '????hristiyanlığındaki "kroamkamo??????" lar gibi içten yaşanılası ya da saklanası bir durum olarak değil bizatihi ‘karşı koyuşun mağrur duruşu’ olarak addediyorum.

(Taze İnterli İshak Belfodil)


Üstelik bu karşı koyuşun tezahürünü Zinedine Zidane, Salihamidzic?,  Bouhlarouz???? gibi 1. kuşak göçmenler jenerasyonundan olup henüz geleneklerinden sıyrılamamış yani bizim ilk dönem muktedirlerin de yaftaladığı üzere 'yeterince modernleşmemiş' bu prototipler değil, bizatihi Avrupa'nın ortasında 2.-3. kuşak olarak doğmuş, bunun dışında var olan başka bir dünyanın pek de aşinası olmayan ve Avrupa'nın eğitim, spor olanaklarının edimiyle bugün kendilerini var etmiş genç futbolcular. Hülasa, bu genç oyuncuların secde etme durumunu ben Avrupa’nın kendilerine giydirmek istedikleri kalıpları reddedip biraz olsun kendileri kalabilmenin, kendilerini böyle kabul ettirebilmenin ruh halinin yansıması olarak görüyorum. 


16 Ağustos 2013 Cuma

Norwich City


Bir kulübün amacının tabiri caizse 'ne şiş yansın ne kebab' mantalitesinde olmasını açıkçası pek mantık temeline oturmadığını düşünenlerdenimdir, evet fakat bahsettiğimiz lig Premier Lig olunca bu ilke anlamsızlaşabilir ya da değerini başka türlü sürdürebiliyor. Bu noktada bahsedeceğim takım Norwich City, ve bu noktada bir de itiraf gerekir ki, ben bu takımı geçen sezon büyüklerle oynadıkları, özellikle Arsenal ve Manchester maçlarında keşfettim. Geçen sezon oynadıkları futbol ortasaha oyuncularının oyunun çift yönünü ve ofans yönünü pek efektif oynayamayışlarından ve kontraya dayalı oynayabilecekleri sprinter ofans oyuncularının ellerinde olmayışından doğan bir zorunlulukla savunmada tedbiri elden bırakmayan ve defans/ofans oyununu aynı anda ileri-geri takım halinde yaparak sağlıyorlardı. Doğrusu önemsedikleri defans önceliğinde istediklerini elde ettiklerini söyleyebiliriz fakat bu sefer özellikle gol noktasında sıkıntı baş gösterdi onlar için. Her ne kadar taraftarlarını tatmin etmemiş olsa da geçmiş Birmingham ve Newcastle deneyimlerinden başarıyla çıkmış İrlandalı teknik direktör Chris Hughton, bunu göz önünde bulundurmuş olacak ki defans bölgesini olduğu gibi korudu ve 2 yılın sistemine bağlı olarak yollarına emin adımlarla ilerliyorlar. Şu gerçeğe temas etmek gerekir ki geçen sezon Premier Lig'de gerek kadro kalitesi, gerek finansman ve gerekse de lig deneyimi açısından düşen 3 takım olan Qpr, Blackburn, Wigan'dan daha alt seviyede olmasına rağmen bu takımı ligde tutan içinde bulundukları disiplinli yönetim ve yönetimin uzun vadeye yaydığı kulüp politikası. Premier Lig'e çıktıkları 2011 yılında kadrolarında neredeyse hiç premier lig deneyimi yaşamamış ve hatta kilit oyuncularının Leeds United'la ağırlıklı olarak 3.lig deneyiminden geliyor olmaları (Luciano Becchio, Robert Snodgrass, Bradley Johnson ve Johnny Howson) lige çıktıklarında kasalarına giren çılgın/astronomik rakamlara aldanıp, ligin cazibesini de kullanarak kolayca alabilecekleri bir dolu yıldız oyuncu peşine düşmeyip ellerinde bulundurdukları genç ve tecrübeli oyunculardan oluşturdukları uyum ve bunların çaylak hırsıyla oynadıkları kararlı futboldu onları başarıya ulaştıran.


- Takım kadrosunda sezon başı Chelsea'nin Schwarzer transferi öncesi teklif götürdüğü John Ruddy var. Bekler Steven Whitteaker; Glasgow Rangers'in küme düşme kararı sonrası, Javier Garrido ise City-Lazio takım kimyasına bir türlü uyumluluk gösterememesinden dolayı büyük bir şans ve güç olarak takıma katıldılar. Özellikle Garrido'nın performansı bu sezon Blackburn'den alınan Martin Olsson'un da takımdaki konumunu belirleyici olacak, zira Olsson aynı zamanda ortanın solunda da oynayabilmektedir.  Savunmanın tandeminde ise Sunderland'den hırçınlığıyla tanıdığımız Michel Turner, Tottenham'da Gallas sonrası gözden düşen ve geçen sezon takımdaki ilk sezonunda sürpriz ileri çıkışları ve agresif, başarılı savunmasıyla taraftarlarca yılın oyuncusu seçilen Sebastian Bassong, kaptan Russell Martin ve Liverpool'un Benitez'le kapıldığı İspanyol oyuncu furyasından tanıdığımız genç oyuncu Daniel Ayala alternatifli, güven veren isimler. Ortasahaya geçtiğimizde ise ligin belki teknik yönden en zayıf oyuncularını barındırıyor olsalardı da Johnson, Howson ve Tettey sarfettikleri ekstra direnç gücü ve en azından ofans oyuncularına ileride sağladıkları kısmi rahatlıkla bu açıklarını kısmen kapatıyorlardı. Fakat yine de takımın geçen sezon yaşadığı en büyük sıkıntı bu oyuncuların ofansa yaptıkları katkının minimum düzeyde kalışı ve bu faktör bu sezon takviyeyi kaçınılmaz kıldı.
Nitekim geçen sezon Everton'un olası Fellaini ayrılığı sonrası yerine düşündüğü ve imza aşamasına gelmesine rağmen çıkan bazı sağlık problemlerinden dolayı son anda askıya aldıkları Leroy Fer'in EPL' macerası bu yaz Kanaryalara kısmet oldu. Leroy Fer'in oyunun iki yönünü de oynayabilen profili geçen sezon defanstan çıkılan toplarda topun ofansa aktarılımında yaşanılan sıkıntıya göreceği köprü vazifesi ve bu sezon Hooper/Wolfswinkel transferleriyle de değişen taktiksel formasyonda gerekli olan yaratıcılığı/yeteneği bünyesinde barındırmasıyla da tam biçilmiş kaftan takım için. Ayrıca bu 2 forvet oyuncusunun özelliklerini de göz önüne aldığımızda özellikle Hooper'ın defansın arkasına yerden atılan toplardaki etkinliği, Fer transferini daha anlamlı kılıyor. Ayrıca bunların yanında kanatlarda takımın geçmiş yıllardaki kurtarıcıları Hoolahan, Pilkington ve Snodgrass bulunuyor. Bunlar arasında özellikle Robert Snodgrass'ı ayırmak gerekiyor ki İskoç oyuncu benim Joe Cole/Stewart Downing kalite karışımı olarak tanımladığım çok etkili bir oyuncu ve  yaşını da göz önünde bulundurduğumuzda bu performansıyla takımın onu elinde zor tutacağını düşünüyorum. Wes Hoolahan, Anthony Pilkington ve Grant Holt'u tanımlamak gerekirse, bu oyuncular 'misyon oyuncuları'. Takımı hedefleri doğrultusunda belli seviyeye taşırlar ve o seviyeye ulaştığında takım her güzel ağbi gibi misyonlarının tamamladığını anlar, ayrılmasını bilirler. Bu sezon bunu Wigan'a giden takımın son 4 yılda 3 kez 'yılın oyuncusu' seçtiği Grant Holt gerçekleştirdi. Kanatlara bu yaz u21 Şampiyonasında milli takımla birlikte olan ve Birmingham'dan eski hocası Alex McLeish'in oyun tarzı ve kalitesini Lennon/Ashley Young'a benzettiği Nathan Redmond takviye edildi ve takıma vereceği katkının son demlerini oynayan Hoolahan ve Pilkinghton'la çekişmeli forma yarışına gireceğe benziyor.


Takımın bu sezon en dikkat çeken hamleleri ise, geçen sezon ciddi anlamda sıkıntı yaşadıkları son vuruş eksikliğini gidermeye yönelik; Gary Hooper ve Ricky van Wolfswinkel. Uttretch'te oynarken kaderin cilvesidir, şimdiki partneri Gary Hooper'in takımı Celtic'e yaptığı hattrickle büyük sükse yapan ve adını Hatricky'e çıkaran Wolfswinkel Lizbon'da da parlak günler geçirdi ve şimdi gerçek yeterliliğini Epl'de sınayacak. Partnerine nazaran daha efektif/hareketli, teknik, son vuruşlarda becerili ve kanat varyasyonlarına katılıp yaptığı bindirmelerle partnerine boş alan sağlayan, bizde Burak Yılmaz'a benzetebileceğimiz Gary Hooper takıma doping etkisi yapacaktır. Ve kendisine olan güveni yerine getirircesine ilk maçında Braga'ya 2 gol attı fakat son Panathinaikos maçında sakatlanışı hocayı endişelendirmiş durumda. Hughton sakatlık öncesi de sezon boyunca ofansta oluşabilecek olası sakatlık sorunları ve bu sorunun getireceği kalite farkını yaşamamak için PSV'li Ola Toivonen ve Fabio Quagliarella ve son olarak bizde çıkan haberlere göre Johan Elmander peşinde olduğu isimler.              


Hasılı, Norwich geçen 2 sezonda son 10 takım arasındaki puan farkının çok yakın/kaygan olmasının da etkisi ve yükselen grafiğiyle 12. ve 11. bitirdi ligi. Gerçekçi olmak gerekirse Premier Ligin kaygan zemini ve kaliteli oyunculara sahip olmanın iyi takım olmak için yeterli olmadığını her sezon gösrdüğümüz örneklerini göz önünde bulundurursak, ilk hedefleri ligde kalabilmek. 2. hedef olarak 3 yıldır içinde bulundukları yapılanmaya da uygun olarak yükselen bir pozisyonda yer almak. Ve bence ligin ortalarında düşme hattının üzerinde,  orta sıralarda kendilerine rahat bir konum edineceklerdir. Onlar için bu sezon ilk 10'a girmek müthiş bir başarı sayılır ve ben oynayacakları takım oyunu ve göze hoş gelen futbollarıyla yakın görüyorum buna onları.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa?

 Soru işaretinin bendeki mahiyeti tüm diğer noktalamalardan ve taşıdıkları nitelikten daha fazla öneme sahip olagelmiştir. Soru işareti ne virgül gibi kısmi olarak uysal/vasıfsız bir işlevi, ne de nokta gibi geldiği cümleyi bitiren otoriterliği vardır. Kendisini tam kararında tüm bunların tetikleyicisi yükmündedir. Herhangi bir merak unsurunu gidermede yardım ettiği kadar, bir hareketi/fiili anlamlandırma gereksinimi veya karşındakinin tüm varlığını tek temelde yargılama gücü gibi vasıfları vardır. Bu yüzdendir soruları önemseyişim tüm diğer noktalamalardan. Fransız Voltaire de, "..kanaatinizi cevaplara değil, sorulara bakarak verin." demiştir. Bende de filmde birinin bir sorusu, sonrasında atılacak en afili tiradı bile aşacak potansiyele sahiptir. Bu bazen çok basit düzeyde olabildiği gibi, karşındakinin tüm hissiyatını/düşüncesini kusmasına sebebiyet verecek rahatsızlık verici mahiyette de olabilir. An gelir o sorulan sorunun işareti yönetmenin attığı bir çengel misali boğazımıza dolanır, ne yapsak çıkmaz, takmıştır bizi bir kez oltasına, bırakmaz. An gelir hayatınızda kendimize karşı uyguladığımız sıkı oto-sansürün getirisi olarak bir kumbara misali biriken tüm yaşam duyumsamalarımızı, deneyimlerinizi bir anda döküp boşaltma zorunluluyla bizi karşı karşıya bırakır. Ve bazen Virginia Woolf'un "tek bir kelime yeter, peki ya insan o kelimeyi bulamazsa?" diyerek tanımladığı o 'tek kelimenin' ulaşılamaz, zor, dayanılmaz ağırlığının bilincinde olan fakat yine de bu 'tek kelime'yi aramaktan geri kalmayıp buna talepkar** bir şekilde bir soruda bulabilir kendini. Ve an gelir, bir soru işareti yapılan ters bir fiilin gerekçesini ararken sorulan "niçin" sorusu olarak zihnin boş duvarlarında yankı yaratır. Tüm bunlara sebebiyet verdiğindendir belki soru işaretinin sihri, ve belki de bundandır diğer tüm noktalamalardan daha fazla önemseyişim.



Kosmos-Reha Erdem
"- Ben çalışmaya çoktan yüz çevirdim. Yüreğim verdiğim emeğin karşılığı bir şey ummasın diye yüz çevirdim. Çünkü bütün emeğinden ve emek çeken yüreğinin çabalamasından insana ne fayda var ?




Masumiyet-Zeki Demirkubuz
(*Hayatımda beni bu kadar çarpan, bende çok ayrı bir yeri olan ve her izleyişimde yutkunmakta zorlandığım tek sahne) 

"Kız niye sakat abi?" 




Tabutta Rövaşata-Derviş Zaim
(*Tek bir an, insanlığımızdan utanmamızı sağlayabilir)

"Çıkma ekmek var mı?"




Üç maymun-Nuri Bilge Ceylan

"Bayram ha burada kahvede yatmışsın, ha orada yatmışsın. Ne fark eder ki? Önümüz kış Bayram, kahve geceleri buz gibi olur. Orada kalorifer var, sıcacık. Üç öğün yemek var. Daha gençsin Bayram ya. Çıktığında hiç olmazsa elinde toplu bir paran olur. Kendi işini kurarsın. Kahve açarsın bir tane. Ha? Bayram. Ne diyorsun?"




Taste of Cherry-Abbas Khirastemi
 (*İntiharı çoktan kafasında bitirmiş ve 'Ölmeye yatmış' bir adamın bir mezar(cıy)a ihtiyacı ve bu yolu daha önce denemiş biriyle karşılaşması) 

"Sabah uyandığınızda hiç gökyüzüne baktınız mı? Şafakta güneşin doğuşunu görmek, istemez misiniz? Gün batımında, güneşin kırmızısını ve sarısını, artık daha fazla görmek istemiyor musunuz? Siz Ay’ı gördünüz mü? Yıldızları görmeyi istemez misiniz? Dolunaylı geceyi, yeniden görmeyi istemez misiniz? Gözlerinizi kapatmak mı istiyorsunuz? Bir kez daha ırmaktan su içmeyi istemez misin ya da yüzünü yıkamak istemez misin bu suyla? Tüm bunlardan vazgeçmek mi istiyorsunuz? Her şeyi bırakmak mı istiyorsunuz? Kirazların lezzetini bırakmak mı istiyorsun?"




Ağır Roman-Mustafa Altıoklar

"Her hayatın bir ağırlığı var koçum, seninki kaça tartıyor?"




Spring, Summer, Fall, Winter and Spring-Kim Ki Duk
(*İmanının gülleriyle, şehvetinin dikenleri arasında kalmış bir rahip, yanlış bir tercih ve yaşlı rahipten bilgelik dolu söz)

"Cismani dünyanın böyle olduğunu bilmiyor muydun?"




İncendies-Denis Villeneuve
(*Bazen aklın, mantığın, kuralların, matematiğin çaresiz/işlevsiz kaldığı hesapların her zaman tutmadığını gösteren çarpıcı, müthiş sahne.Özellikle bu soru karşısında Jeanne'nin bir soluk çekişi vardır ki beyninizde çığlıkçasına yankılanır, oturduğunuz yeri diken kılar) 

"Jeanne, Bir artı bir, bir eder mi?" 



Kağıt-Sinan Çetin

"-Bir sabah uyandınız ve birileri diyor ki size, sabah kahvaltısında zeytin yemek yasak. Ne olurdu?
+Sabah kahvaltısında zeytin yemeyiz.
-Yanlış, her yasak kendi isyancısını yaratır. Zeytinseverler bir örgüt kurarlardı, üzerinde zeytin dalı amblemi olan bir bayrakları olurdu. Zeytinlere özgürlük diye bir marşları olurdu belki. Şimdi soruyorum size zeytinseverler ayaklanıp dağa çıksa, dağa çıkan mı suçlu, yoksa zeytini yasaklayanlar mı?"




The Hours-Stephen Daldry
(*Alejandro İnarrituvari kesişen hayatlar filmi ve Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway kitabının yazılış sürecinde çektiği sancılar)

"Kitabında birinin ölmesi gerektiğini söylemişsin. Neden birinin ölmesi gerekiyor?"




Land and Freedom-Ken Loach 
(*Hayatta 'keşke'lerin çoğalıp bir ok misali beyne hucüm ettiği zaman insanda doğal refleksmişçesine 'belki'ler hemen karşı önlem alır. Ve umut..İnsanoğlunun en büyük afyonu)

"Burada Aragon cephesinde elimizdekileri tutuyoruz, evet ama belki biraz daha iyi silahlarımız olsaydı, belki.. Kim bilir, belki bir gün bir grup Rus tankı tepenin arkasından çıkagelir. Biraz umut ha?" 




Uzak ihtimal-Mahmut Fazil Coskun&Tarık Tufan

(*Hayatın kendilerine farklı uç noktalarda yer bahşettiği ve birarada olmaları pek de ihtimal dahilinde olmayan 2 insanın bir resim karesinde utanarak, sıkılarak da olsa birlikte olma olanakları)

"Bir resim çekeyim mi abi?"




Bekleme odası-Zeki Demirkubuz

"Kedisine orospu diyen insandan başka ne beklenir ki zaten?"




Dilekler Zamanı-Rolf Schübel
 (*Bende kapanması zor açık yaralar bırakan ve uzun süre etkisinden kurtulamadığım, bizi çevreleyen dış dünyanın yontarak/budayarak ince hale getirdiği ilişki sarmalına bir 'requiem' film.

"O zamanlar neden bana mektup yazmayı bıraktın?"




The Pursiut of happiness- Gabriele Muccino 

"O anda Thomas Jefferson'ı, Bağımsızlık Bildirgesi'ni ve yaşama, özgürlük ve mutluluk arayışı haklarımız konusundaki bölümü düşünmeye başladım. Ve şunu düşündüğümü hatırlıyorum:Arayış kelimesini oraya koymayı nasıl bildi? Mutluluk belki de sadece arayacağımız bir şeydir ve belki de hiçbir zaman sahip olamayacağımız bir şeydir. Her neyse artık, bunu o zaman nasıl bildi?"




Monsieur İbrahim et les fleurs du Coran(İbrahim Bey ve Kuran'ın Çiçekleri)
 Farklı, ilginç ve tartışmaya açık yönleri içinde barındıran 'western' bir İslam yorumu.

"Sizi böylesine mutlu kılan Kur'an'ı ben de okuyabilir miyim?"




Bacheha-Ye Aseman (Cennetin Çocukları)-Majid Majidi 
(Majid Majidi'den küçücük dünyaların kendi içinde yarattığı büyük sırlardan yapma bizi sarmalayan sıcacık bir film)

"Yarışmaya katılıyorum. Kısa mesafe koşusu, yarından sonraki gün. En iyi üçüncü koşucu, bir çift ayakkabı kazanıyor. Niçin üçüncü? Birincilik ve ikincilik ödülleri farklı. Eğer üçüncü bitirirsem, ayakkabıları sana vereceğim. Peki ya eğer üçüncü bitiremezsen?"




This is England-Shane Meadows
(*Avrupa'da bugünlerde revaçta olan yabancı düşmanlığının henüz tomurcuklanma dönemleri)

"İki boktan dünya savaşında, insanlar hayatlarını bunun için kaybettiler. Sadece bunun için. Peki ne uğruna? Bu sayede bayrağımızı yere saplayıp: "Evet, Burası İngiltere...Burası İngiltere ...Burası İngiltere" diyebiliyoruz. Peki ne uğruna? Ne uğruna? Ne için? Tüm kapılarımızı açıp, içeriye doluşmalarını sağlamak için mi?"




Rang-e Khoda(Cennetin Rengi)-Majid Majidi
(Filmde kör bir çocuk yoluyla kullanılan müthiş 'beyaz renk' metaforu.)

"Ellerin niye bu kadar beyaz nine?" 




Die Welle(Dalga)-Dennis Gansel

"Geçen hafta sınıfta sorulan soruyu hatırlıyor musunuz? Ülkemizde diktatörlük olabilir mi? Faşizm işte böyle bir şeydi. Hepimiz kendimizi en iyi zannederiz. Diğerlerden daha iyi. Ve daha da kötüsü bizimle aynı fikirde olmayanları toplumumuzdan dışlarız. Onları incitiriz. Ve daha neler yapabileceğimizi bilmek istemiyorum. Şimdi anladınız mı Dalga ne anlama geliyor?"




Sarhoş Atlar Zamanı-Bahman Ghobadi
(*Hayatın kendilerinden çocuk olma hakkını gaspettiği coğrafyada bir an olsun çocuk olduğunu hatırlayabilmek)

"Hey abi! Bana yeni bir alıştırma kitabı getirir misin?"




The Reader-Stephan Daldry
(*Nazi toplama kampında gardiyan olan kadına sorulan ve kendisinin ebedi suskunluğa gömülüp hiç bir zaman cevap veremedi soru)

"Kapıları neden açmadınız?"




Gemide-Serdar Akar
(*Hayatımda ayrıcalıklı bir yeri olan ve muallakta kaldığım anlarda istemsiz kendime sorduğum ve her daim Erkan Can sesiyle kulağımda çınlayan, hiç bir zaman etkisini kaybetmeyecek soru)

"Nabıcaz be Kamil?"




21 Grams-Alejandro Gonzalez İnarritu
(*Klasikleşmiş Alejandro G. İnarritu puzzle'ı)

”Yine bir 4 yol kavşağında; kopan, birleşen insanlar, paramparça hayatlar, aşklar, duygular. Ölürken 21 gram kaybediliyormuş. Peki hayatta kalanın vicdan azabı kaç bin ton? Küçük kızın gözüne değen bakışlarını ölçecek birim sistemi var mı? Ölürken bile istediği mavi ayakkabıları giyemez mi insan? Hayat devam ediyor mu, yoksa hayatlar hayat devam ederken bitiyor mu? “




Amores Perros-Alejandro Gonzales İnarritu

"Planlarımız ne olacak?" 




The Third Man-Carol Reed

"İtalya’da 30 yıl boyunca Borjiyalar vardı. Yani savaş, kıyım, cinayet… Ama Michelangelo, Leonardo ve Rönesans aynı dönemde var oldular. Oysa İsviçre’de kardeşlik, 500 yıllık demokrasi ve barış vardı. Ama guguklu saat dışında ne yaratabildiler? "




One flew over the cuckoo's nest-Milos Forman

"En azından denedim Goddamnit, denedim değil mi?"




La Haine-Mathieu Kassovitz

"+Polisler sizi dövmek için değil, sizi korumak için sokakta.
-Bizi sizden kim koruyacak? "




The Believer-Henry Bean
(*Nazizmin kendini konumlandırdığı mantık temellerine inmeye çalışılmış, çarpıcı bir film)

"En büyük Yahudi beyinleri ele al -Marx, Freud, Einstein; Komünizm, aile içi cinsellik ve de atom bombası. Bize felaket dışında ne verdiler?"




Noviembre-Achero Mañas
(*Özgür ruhlu ve bağımsız genç oyunculardan oluşan bir tiyatro ekibi ekseninde dönen ve sanatın varolduğu sürece varlığını sürdürecek olan sanatın 'sanat için mi, toplum için mi?' olduğu ve maddiyatın bunun neresinde olduğu sorgulamasını içinde barındıran tadımlık İspanyol filmi)

"Bizi biz yapan her şeyi hiç düşünmeden çöpe atıyoruz. Prensiplerimize ne oldu?"



LOS LUNES AL SOL(Güneşli Pazartesiler)-León de Aranoa
(*Javier Bardem küçük çocuğa yatması için klasikleşmiş Ağustos Böceği ve Karınca hikayesini okur ve..)  

“- Kim yazmış bunu? Aslı böyle değil. Karınca puştun, spekülatörün teki. Niye bazılarının ağustos böceği olarak doğmak zorunda olduğunu söylemiyor?



Gegen die Wand-Fatih Akın
(*Aslında Birol Üner'in varlığıyla başlı başına geçersiz kıldığı soru)

"İntihar etmenin bin türlü yolu varken niye duvara toslamayı seçiyorsun?"




Beynelminel-Sırrı Süreyya Önder

"-Bunlar hangi örgütten? Onlar gevendeler komutanım! Gevende mi? Böyle bir örgüt de mi var?"
-Oğlum, bu vatanı kurtarmak sana mı kaldı lan? La oğlum. Biz çalgıcıyız. Çalgıcıdan
komünist olur mu lan?




Goodbye Lenin-Wolfgang Becker.
(*Doğu Almanya'daki teslimiyet ve ardından hiç vakit kaybetmeden gelen hızlı kapitalizm istilası sürecinde değişime 'direnmek zorunda kalan' bir ailede olanlar)

"Coca Cola sosyalist içkisi mi?"




A Separation-Asghar Farhadi 

"Babası Alzheimer hastası. Onun oğlu olduğunu bile bilmiyor. Senin onun oğlu olduğunun farkında mı?"




Takva-Özer Kızıltan

"E şeyhim, halvete girdi bu sabah. -Halvete mi girdi? 40 gün orada mı yani? Peki ben ne yapacağım şimdi?"




İnvictus-Clint Eastwood
(*Nelson Mandela ve kazanmanın taşlı yolları)

-Durum gerektirdiğinde ben değişemiyorsam bunu başkalarından nasıl isterim?




The Road to Guantanamo-Mat Whitecross
(*Halen insanlığın alnında kara bir leke olarak varlığı sürdüren Guantanamo kampında yaşanan sorgusuz/yargısız infazlar, karartılan hayatları konu edinen ve izledikçe insanın miğdesinde kasılmalara sebebiyet verip öfke patlaması yaşatan acı bir film)

"Burada ne işimiz var?"




Garden State-Zach Braff

"Yapmalıyız değil mi?
- Evet.
+Peki ne yapacağız?"



Donnie Darko-Richard Kelly

"Çatlak bir çocuğunun olması nasıl bir duygu anne?"