Bu Blogda Ara

10 Nisan 2015 Cuma

Çağdaş Bir Dengbej Anlatısı Olarak İnce Memed

 Yaşar Kemal'in büyüklüğünü kitaba başladığımız an; tasvirleri ve betimlemeleriyle çepeçevre ördüğü mekanı kurgulayışı ve o coğrafyayı sanki eli omzumuzda babacan bir tavırla bize tanıtır gibi tatli bir kafa karışıklığıyla sezinleriz. Böylesi bir dünya gerçek mi, kurgu mu hiç sorgulamayız dahi. Kendimizi Çukurova'nın uçsuz bucaksız sarı yalımına bırakıveririz usulca.  Bunu İnce Memed'den gayri hiç bir kitapta yaşadığımı hissetmedim.



 Hayatı mücadeleye yazgılı, bir 'mecburi adam' İnce Memedle mücadeleye başlarız. İlkeleri, kaideleriyle 'zoraki bir eşkıya' olan İnce Memedin birinci kitapta serüvenini damarlarımızda çakılların çağıldaması, kasıklarımızda ağrı ve Memedin soluğunu ensemizde hissederek okuruz adeta. Kitaptan başımı her kaldırdığımda dilimin ucunda İnce Memed'in türküsünün(Grup Yorum) yer edinmesinin ontolojik bir açıklaması var mıdır, bilmiyorum.

Benzeri sorunları kendi içinde tekrar üreterek ilerleyen ve her seferinde 'yaşam alanını' genişleten bir tahlil ve deney perspektifiyle o dönemin Türkiye toplumuna tutulmuş bir aynadır aynı zamanda İnce Memed. Burada sıradan köylüden ağalara, yöneticilerden kolluk güçlerine ve bu karakterler paralelinde pragmatist köylü hallerini, topluma henüz sirayet etmemiş yeni Cumhuriyet devrimlerini, işgüzar bürokratları ve aklı Osmanlıda kalmış ve yeni ülkenin ve onu var eden tüm unsurlarına büyük hınç besleyen bürokratları(bana çok çarpıcı gelen Kaymakam örneği) örnekleriyle güçlü sosyolojik damar barındırır. 

Modern Bir Dengbej:Yaşar Kemal
 İnce Memed'in okurken bir kaç kez düşündüğüm üzere Yaşar Kemal'in bendeki değeri herhangi büyük bir yazardan öte sözlü geleneğin canlı bellekleri olan Dengbejlerin yanındadır ancak. Öyle ya, bir çatışma anının kesif barut kokusunu içimize çektiğimiz, bir aşk halinin tüm heyacanı ve tedirginliğinden avuçlarımızı terleten, güzellik havsalamızı zorlar derecede yağız bir atı kurgulayıp bizi efsunlayan bir sese ancak bir dengbejin klamında rastlayabiliriz. Bu yönüyle Yaşar Kemal bir romancıdan öte bir destan yazarıdır. Bu düşümcelerimi tetikler nitelikle olan Yaşar Kemal'in Ahmede Xani, Faqiya Teyran hayranlığı ve çeşitli vesilelerle kendisinden 'Kürtlerin Homeros'u olarak bahsettiği Evdale Zeynike'den etkilendiğini ve öylesi müthiş hikayeleri arı bir yalınlıkta anlatma kudretini ancak bu tür kadim bir gelenekten beslenerek anlatabileceğini düşünüyorum. Öyle ki bir dengbejin stranını o nüktedan tavrıyla düzeltecek kadar hakimdir Kürtçeye ve hikayelerine.. 

 
  Ayrıca meselleri ve kisileri hayvan donuna girdirerek anlatmak Dengbejlik ve Kürt Destanlarının özelliklerindendir. İnce Memed'e takılan Şahin lakabı ile, Mehmed Uzun'un Roni Mina Evine, Tari Mina Mirine(Aşk gibi aydınlık, Ölüm gibi karanlık) kitabında karakterlerin Baz(Şahin) ve Kevok(Güvercin) adları taşıması bu iki değerli yazarın beslendikleri kaynakların ve hitap ettikleri sesin ortaklığını göstermesi açısından dikkatimi çeken diğer benzerliklerden.

Doğayla İlişkisi

"Sinema romana çok şey verdi. Ben başka bir şey yaptım; mesela bir plan alalım sinemada, bir adam duruyor. Ne kadar gidiyor arkası, biliyor musunuz? Su var, böcek var, güneş var, kuş var, ışık var, ağaç var, yaprak var, meyve var. Binlerce şey var. Şimdi bir roman yazıldığı zaman doğanın içindeki insan böyle bir yoğunlukta olmalı. Romanda yapmak istediğim şeylerden biri de bu oldu."

 Yaşar Kemal'in doğayla kurduğu yazınsal ilişki eşine pek rastlanır türden değildir. Onun dünyasında doğanın her bir parçası denk düzeyde söz hakkına sahiptir. O an mekanda varolan tüm nesneler varlıklarının tabii hareketiyle birer kahramana dönüşürler ve kendilerini bize anlatırlar. Bu meziyetiyle Yaşar Kemal'in yeri tam da Tolstoy'un yanıdır bana kalırsa. Yazarın cinayet anında bir kelebeğin hareketlerini ıskalamayacak düzeyde çarpıcı gözlemci yeteneği, o satırları okurken beni ürperttiğini çok derinden hissetmiştim.

"Kocaman turuncu bir kelebek bir böğürtlen dalına konmuş, kanatlarını dikip birbirine yapıştırmış, ayaklarıyla kocaman mavi başını, pörtlek gözlerini sıvazlıyor. Zeynel yalnız turuncu kelebeği, onun gözlerini, sıvazlamasını, ince ayaklarını görüyordu. Kelebek de hiç uçmuyordu. Rahat, orada öyle duruyordu. Pembe bir böğürtlen çiçeğinde arıya benzer, uzun, çelik yeşili, sokan bir sinek kaldı. Sineğin mavisi gittikçe çelikleşiyor, parlıyordu. 
       "Öldürmeyin beni." 
Muslu tabancasını çekti, Zeynel'in kafasına iki el ateş etti. Zeynel olduğu yere devriliverdi. Süleyman da Ahmet de ikişer el ateş ettiler. 
Turuncu kelebek tabancaların sesinden havalanmış, bir sığırkuyruğuna konmuş, oradan da kalkıyordu. Konuyor kalkıyor, konuyor kalkıyordu. Sonra iyice havalandı, yüreği büklüğün üstüne çıktı, yükselip alçalarak günbatıya doğru uçtu gitti." 
Muslu, "geberdi," dedi." (İnce Memed 2 & 310-311 syf)
Yazarın herkesçe pek dillendirilen, artık neredeyse modern bir mottoya dönmüş olan "o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler" sözünde de belirgin olduğu üzere, insanlara isnat ettiği sıfatlandırmayı hayvanlara da atfetmekten imtina etmeyen güzel bir insandan bahsediyoruz. Benliğimize işlediğin "imi timi belirsiz olmak" gerçek anlamda sende hayat buldu belki ama seni hiç bir zaman unutmayacağız..

1 Şubat 2015 Pazar

Düşman Ufuktan Şimdi Doğar

"İÇİM NEFRETLE DOLU, ÖCÜMÜ ALACAĞIM."

HİÇ ESKİMEYEN ÖTEKİ:BARBARLAR
 Barbarlar/Yabancılar... Kaderi, insanoğlunun ezeli ve ebedi düşmanı olmaya yazgılı ve ödeyeceği kefaret hiç bir zaman bitmeyecek olan en kadim düşman. Bütün günahların, kusurların, hataların ve çirkinliklerin isnat edildiği öteki. Nereden neşet eder böylesi bir düşünce? Bugüne baktığımızda kişisel yaşantılarımızdan aktüel politik gelişmelere; tarihsel anlamda kurgulanan ve vaz'edilen söylevlerden, yerleştirilmek istenen düşünce kalıplarına kadar dinamiklere göre sürekli değişen ama hiç bir zaman yok olmayan korku ve çirkinlik fenomeni "barbarlar" var. Yaptığım okumaların odağını da bu yöne çeken bir merak duygusudur bende, kurgulanan biz ve ötekiler kavramları. Bu yönde bende en büyük sarsıntıyı yaratan Konstantin Kavafis'in Barbarları Beklerken şiiridir. Bilahare Dino Buzatti'nin Tatar Çölü, J.M.Coetzee'nin şiirle aynı adı taşıyan Barbarları Beklerken'i ve yerli yönetmen Emin Alper'in Tepenin Ardı filmi, bende bu türden fikirleri kışkırtan eserlerdir.


  Bireyden başlayarak neden tüm iktidar biçimleri varoluşlarını bir başka şey üzerine, öteki üzerine vehmeder? Kendi özelliklerini ya da başarı olarak atfettikleri değerleri; neden azılı düşmanı olarak gösterdiği bir öteki üzerinden kurgulama yoluyla kendi ve muhatabı nezdinde kutsama yoluna gider? Üstelik bu ötekinin somut bir varlığı olması da gerekmez, muktedir tarafından yaratılan mefhumlar yoluyla ya bir tür korku heyulası ya da toplumsal halüsülinasyon şeklinde vücut bulabilir. Tarihsel anlamda önümüze serilen 'ötekiler'in kurgulanış biçimleri, onlara giydirilen olumsuz yargılar ve onlar etrafında yaratılan korku atmosferi gibi özelliklerin çıkış noktaları aynı dürtüden beslenir çokça. Kendi kusurlarını örtmeye çalışan her tür iktidar biçimi buna gereksinim duyar ve o ötekinin olmaması durumunda ise onu 'icat eder'. Kavafis'in dediği gibi:
"peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
  bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza." 

"HAYALİ CEMAATLER"
"...çünkü barbarlar geliyormuş bugün.
senatörler neden yasa yapsınlar?
barbarlar geldi mi bir kez, yasaları onlar yapacaklar."

 Konstantin Kavafis'in şiiri içerisinde barındırdığı anlam zenginliğiyle bende çok fazla çağrışım yapar. Bu şiirin akabinde yazılmış ve etkilenmiş sözcüğü yanlış olabilir metinlerarasılık kavramı ekseninde yazılmış John Maxwell Coetzee'nin aynı adlı Barbarları Beklerken kitabı benzer etkiyi kamçılar. Roman her ne kadar açık isimler kullanmayıp hayali bir ülkede geçse de Güney Afrika'da uzun yıllar süren ırkçı Apartheid rejiminin bir eleştirisi olarak görülür. Orada da kokuşmuş ve çökmeye yüz tutmuş imparatorluk, sorunları kendi içinde aramak yerine yarattığı korku figürü barbarlara(yerli göçebe halka) savaş açarak toplumda meşruiyetini pekiştirme yoluyla kurtarma çabasındadır.



 Benedict Anderson'ın toplumların ulus/laşma süreci üzerine yazdığı Hayali Cemaatler kitabında belirttiği üzere milliyetçilik kavramı organik bir bağ üzerinden değil tahayyül edilenler üzerinden kurgulanan bir 'hayaller ürünüdür.' Burada tüm bu eserlerde açıkça gördüğümüz öteki olarak gösterilen barbarlar somut gerçeklikten uzak hayal edilen korku figürleridir. Topluma zerkedilen "vebalı öteki" histerisi aslında bir yandan da kendi kimliğini oluşturma ve yüceltme yolu olarak ortaya çıkıyor. Ve milliyetçiliklerin temeli tam da böyle bir dürtüden neşet ediyor. Toplumun korku duyup aşağıladığı tüm özelliklerin cismani halidir barbarlar. Burada imparatorluklar nezdinde kurgulanan iktidar biçimi, bu 'öteki' üzerinden tebaası üzerinde 'kendi imparatorluğunu kurgulamak ve salınımladığı üst güven duygusuyla bunun rıza imalatını sağlamak' olarak varlık gösteriyor. Ve buna her ihtiyaç duyduğunda kurguladığı bu hayal/yanılsama üzerinden kendine güç ve meşruiyet devşiriyor. Bu yanılsama halinden sıyrılmayı başarabilen bireye ise bu iktidarını baskılama yoluyla 'hainlik' payesi atfediyor. (Coetzee'da Sulh Hakiminin açıkça yaşadığı ve Buzatti'de de Albay Giovanni Drogo üzerinde baskılanan kutsal askerlik vurgusu)

TEPENİN ARDINDAKİ DÜŞMAN

Coetzee'nin Barbarları Beklerken'i ile Emin Alper'in Tepenin Ardı filmi ekseninde bir kaç kelam etmek istiyorum. Albay Joll'un imparatorluğunun sınır bölgesi ile Faik Bey'in kurguladığı arazisi, esasında işgal toprağı üzerinde kurgulanan birer tahakküm örneği. Burada özellikle yukarıda bahsini ettiğim 'yaratılan milliyetçilik' toprak üzerinden 'vatan' olarak kurgulanıyor. Esasında hiç bir tehdit emaresi yokken Albay Joll'un barbarların balık avlamasını tehdit olarak algılamasıyla Faik Bey'in yörüklerin hayvanlarının dağ başında otlamasını 'vatan topraklarını işgal' tehditi olarak algılamaları ve gösterdikleri refleks, ötekilerin varlığını tamamen ortadan kaldırmaya yönelik olmuştur. Bunu böyle söyledim ama peki barbarlar/yörükler gerçekten varlar mıydı? Yoksa Don Kişot'un yeldeğirmenlerine savaş açmasına benzer salt varlığını gösterebilme çabası mıydı?


 Bu iki sanat eserinin kendine edindiği dert arasında belki toplumsal, kültürel ve siyasi olarak uçurumlar olsa da en temelde sıradan insan üzerine koydukları teşhiş çok benzer ve çarpıcıdır.  Normal şartlar altında Albay Joll'un barbarlara karşı uyguladığı tanık olunması zor işkence ve acı görüntülerini  halk duyarsız ve 'kutsi değerler' uğruna meşru görürken, sonlara doğru bunun bir kandırmaca olduğunu sezinlemesine rağmen bunun itirafını yapmaz. Keza Tepenin Ardında en net haliyle halkı yansıtan Çoban Sülü, kendi köpeğinin akrabası tarafından vurulmasını görmesine rağmen, bu suçun yörüklere isnat edilmesine ses çıkarmaz. Dahası onları cezalandırmak üzere çıkılan seferin neferi olur. Bu iki örnek, istismar edilen geniş halk tabanının aslında çokça bu tür olayların farkında olmasına rağmen gösterdikleri pragmatizmin çok net birer göstergesidir.
 İnsanoğlunun kendini mutlak haklı çıkarmak amacıyla sürdürdüğü bu kandırmaca hali, kesintisiz bir şekilde çağlar boyunca kendini tekrar tekrar üretmiştir her daim. Bu türden düşüncelerin panzehirini yine bir şair söyleyebilirdi ancak:

"artık kimse bize haber vermeyecek,
hemen şu tepenin ardında
saldırmaya hazır
müsellah bir düşman taburunun durduğunu.
çünkü yok böyle bir ordu,
bir düşmanımız kaldı dudaklarımız arasında."