Bu Blogda Ara

10 Nisan 2015 Cuma

Çağdaş Bir Dengbej Anlatısı Olarak İnce Memed

 Yaşar Kemal'in büyüklüğünü kitaba başladığımız an; tasvirleri ve betimlemeleriyle çepeçevre ördüğü mekanı kurgulayışı ve o coğrafyayı sanki eli omzumuzda babacan bir tavırla bize tanıtır gibi tatli bir kafa karışıklığıyla sezinleriz. Böylesi bir dünya gerçek mi, kurgu mu hiç sorgulamayız dahi. Kendimizi Çukurova'nın uçsuz bucaksız sarı yalımına bırakıveririz usulca.  Bunu İnce Memed'den gayri hiç bir kitapta yaşadığımı hissetmedim.



 Hayatı mücadeleye yazgılı, bir 'mecburi adam' İnce Memedle mücadeleye başlarız. İlkeleri, kaideleriyle 'zoraki bir eşkıya' olan İnce Memedin birinci kitapta serüvenini damarlarımızda çakılların çağıldaması, kasıklarımızda ağrı ve Memedin soluğunu ensemizde hissederek okuruz adeta. Kitaptan başımı her kaldırdığımda dilimin ucunda İnce Memed'in türküsünün(Grup Yorum) yer edinmesinin ontolojik bir açıklaması var mıdır, bilmiyorum.

Benzeri sorunları kendi içinde tekrar üreterek ilerleyen ve her seferinde 'yaşam alanını' genişleten bir tahlil ve deney perspektifiyle o dönemin Türkiye toplumuna tutulmuş bir aynadır aynı zamanda İnce Memed. Burada sıradan köylüden ağalara, yöneticilerden kolluk güçlerine ve bu karakterler paralelinde pragmatist köylü hallerini, topluma henüz sirayet etmemiş yeni Cumhuriyet devrimlerini, işgüzar bürokratları ve aklı Osmanlıda kalmış ve yeni ülkenin ve onu var eden tüm unsurlarına büyük hınç besleyen bürokratları(bana çok çarpıcı gelen Kaymakam örneği) örnekleriyle güçlü sosyolojik damar barındırır. 

Modern Bir Dengbej:Yaşar Kemal
 İnce Memed'in okurken bir kaç kez düşündüğüm üzere Yaşar Kemal'in bendeki değeri herhangi büyük bir yazardan öte sözlü geleneğin canlı bellekleri olan Dengbejlerin yanındadır ancak. Öyle ya, bir çatışma anının kesif barut kokusunu içimize çektiğimiz, bir aşk halinin tüm heyacanı ve tedirginliğinden avuçlarımızı terleten, güzellik havsalamızı zorlar derecede yağız bir atı kurgulayıp bizi efsunlayan bir sese ancak bir dengbejin klamında rastlayabiliriz. Bu yönüyle Yaşar Kemal bir romancıdan öte bir destan yazarıdır. Bu düşümcelerimi tetikler nitelikle olan Yaşar Kemal'in Ahmede Xani, Faqiya Teyran hayranlığı ve çeşitli vesilelerle kendisinden 'Kürtlerin Homeros'u olarak bahsettiği Evdale Zeynike'den etkilendiğini ve öylesi müthiş hikayeleri arı bir yalınlıkta anlatma kudretini ancak bu tür kadim bir gelenekten beslenerek anlatabileceğini düşünüyorum. Öyle ki bir dengbejin stranını o nüktedan tavrıyla düzeltecek kadar hakimdir Kürtçeye ve hikayelerine.. 

 
  Ayrıca meselleri ve kisileri hayvan donuna girdirerek anlatmak Dengbejlik ve Kürt Destanlarının özelliklerindendir. İnce Memed'e takılan Şahin lakabı ile, Mehmed Uzun'un Roni Mina Evine, Tari Mina Mirine(Aşk gibi aydınlık, Ölüm gibi karanlık) kitabında karakterlerin Baz(Şahin) ve Kevok(Güvercin) adları taşıması bu iki değerli yazarın beslendikleri kaynakların ve hitap ettikleri sesin ortaklığını göstermesi açısından dikkatimi çeken diğer benzerliklerden.

Doğayla İlişkisi

"Sinema romana çok şey verdi. Ben başka bir şey yaptım; mesela bir plan alalım sinemada, bir adam duruyor. Ne kadar gidiyor arkası, biliyor musunuz? Su var, böcek var, güneş var, kuş var, ışık var, ağaç var, yaprak var, meyve var. Binlerce şey var. Şimdi bir roman yazıldığı zaman doğanın içindeki insan böyle bir yoğunlukta olmalı. Romanda yapmak istediğim şeylerden biri de bu oldu."

 Yaşar Kemal'in doğayla kurduğu yazınsal ilişki eşine pek rastlanır türden değildir. Onun dünyasında doğanın her bir parçası denk düzeyde söz hakkına sahiptir. O an mekanda varolan tüm nesneler varlıklarının tabii hareketiyle birer kahramana dönüşürler ve kendilerini bize anlatırlar. Bu meziyetiyle Yaşar Kemal'in yeri tam da Tolstoy'un yanıdır bana kalırsa. Yazarın cinayet anında bir kelebeğin hareketlerini ıskalamayacak düzeyde çarpıcı gözlemci yeteneği, o satırları okurken beni ürperttiğini çok derinden hissetmiştim.

"Kocaman turuncu bir kelebek bir böğürtlen dalına konmuş, kanatlarını dikip birbirine yapıştırmış, ayaklarıyla kocaman mavi başını, pörtlek gözlerini sıvazlıyor. Zeynel yalnız turuncu kelebeği, onun gözlerini, sıvazlamasını, ince ayaklarını görüyordu. Kelebek de hiç uçmuyordu. Rahat, orada öyle duruyordu. Pembe bir böğürtlen çiçeğinde arıya benzer, uzun, çelik yeşili, sokan bir sinek kaldı. Sineğin mavisi gittikçe çelikleşiyor, parlıyordu. 
       "Öldürmeyin beni." 
Muslu tabancasını çekti, Zeynel'in kafasına iki el ateş etti. Zeynel olduğu yere devriliverdi. Süleyman da Ahmet de ikişer el ateş ettiler. 
Turuncu kelebek tabancaların sesinden havalanmış, bir sığırkuyruğuna konmuş, oradan da kalkıyordu. Konuyor kalkıyor, konuyor kalkıyordu. Sonra iyice havalandı, yüreği büklüğün üstüne çıktı, yükselip alçalarak günbatıya doğru uçtu gitti." 
Muslu, "geberdi," dedi." (İnce Memed 2 & 310-311 syf)
Yazarın herkesçe pek dillendirilen, artık neredeyse modern bir mottoya dönmüş olan "o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler" sözünde de belirgin olduğu üzere, insanlara isnat ettiği sıfatlandırmayı hayvanlara da atfetmekten imtina etmeyen güzel bir insandan bahsediyoruz. Benliğimize işlediğin "imi timi belirsiz olmak" gerçek anlamda sende hayat buldu belki ama seni hiç bir zaman unutmayacağız..

1 Şubat 2015 Pazar

Düşman Ufuktan Şimdi Doğar

"İÇİM NEFRETLE DOLU, ÖCÜMÜ ALACAĞIM."

HİÇ ESKİMEYEN ÖTEKİ:BARBARLAR
 Barbarlar/Yabancılar... Kaderi, insanoğlunun ezeli ve ebedi düşmanı olmaya yazgılı ve ödeyeceği kefaret hiç bir zaman bitmeyecek olan en kadim düşman. Bütün günahların, kusurların, hataların ve çirkinliklerin isnat edildiği öteki. Nereden neşet eder böylesi bir düşünce? Bugüne baktığımızda kişisel yaşantılarımızdan aktüel politik gelişmelere; tarihsel anlamda kurgulanan ve vaz'edilen söylevlerden, yerleştirilmek istenen düşünce kalıplarına kadar dinamiklere göre sürekli değişen ama hiç bir zaman yok olmayan korku ve çirkinlik fenomeni "barbarlar" var. Yaptığım okumaların odağını da bu yöne çeken bir merak duygusudur bende, kurgulanan biz ve ötekiler kavramları. Bu yönde bende en büyük sarsıntıyı yaratan Konstantin Kavafis'in Barbarları Beklerken şiiridir. Bilahare Dino Buzatti'nin Tatar Çölü, J.M.Coetzee'nin şiirle aynı adı taşıyan Barbarları Beklerken'i ve yerli yönetmen Emin Alper'in Tepenin Ardı filmi, bende bu türden fikirleri kışkırtan eserlerdir.


  Bireyden başlayarak neden tüm iktidar biçimleri varoluşlarını bir başka şey üzerine, öteki üzerine vehmeder? Kendi özelliklerini ya da başarı olarak atfettikleri değerleri; neden azılı düşmanı olarak gösterdiği bir öteki üzerinden kurgulama yoluyla kendi ve muhatabı nezdinde kutsama yoluna gider? Üstelik bu ötekinin somut bir varlığı olması da gerekmez, muktedir tarafından yaratılan mefhumlar yoluyla ya bir tür korku heyulası ya da toplumsal halüsülinasyon şeklinde vücut bulabilir. Tarihsel anlamda önümüze serilen 'ötekiler'in kurgulanış biçimleri, onlara giydirilen olumsuz yargılar ve onlar etrafında yaratılan korku atmosferi gibi özelliklerin çıkış noktaları aynı dürtüden beslenir çokça. Kendi kusurlarını örtmeye çalışan her tür iktidar biçimi buna gereksinim duyar ve o ötekinin olmaması durumunda ise onu 'icat eder'. Kavafis'in dediği gibi:
"peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
  bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza." 

"HAYALİ CEMAATLER"
"...çünkü barbarlar geliyormuş bugün.
senatörler neden yasa yapsınlar?
barbarlar geldi mi bir kez, yasaları onlar yapacaklar."

 Konstantin Kavafis'in şiiri içerisinde barındırdığı anlam zenginliğiyle bende çok fazla çağrışım yapar. Bu şiirin akabinde yazılmış ve etkilenmiş sözcüğü yanlış olabilir metinlerarasılık kavramı ekseninde yazılmış John Maxwell Coetzee'nin aynı adlı Barbarları Beklerken kitabı benzer etkiyi kamçılar. Roman her ne kadar açık isimler kullanmayıp hayali bir ülkede geçse de Güney Afrika'da uzun yıllar süren ırkçı Apartheid rejiminin bir eleştirisi olarak görülür. Orada da kokuşmuş ve çökmeye yüz tutmuş imparatorluk, sorunları kendi içinde aramak yerine yarattığı korku figürü barbarlara(yerli göçebe halka) savaş açarak toplumda meşruiyetini pekiştirme yoluyla kurtarma çabasındadır.



 Benedict Anderson'ın toplumların ulus/laşma süreci üzerine yazdığı Hayali Cemaatler kitabında belirttiği üzere milliyetçilik kavramı organik bir bağ üzerinden değil tahayyül edilenler üzerinden kurgulanan bir 'hayaller ürünüdür.' Burada tüm bu eserlerde açıkça gördüğümüz öteki olarak gösterilen barbarlar somut gerçeklikten uzak hayal edilen korku figürleridir. Topluma zerkedilen "vebalı öteki" histerisi aslında bir yandan da kendi kimliğini oluşturma ve yüceltme yolu olarak ortaya çıkıyor. Ve milliyetçiliklerin temeli tam da böyle bir dürtüden neşet ediyor. Toplumun korku duyup aşağıladığı tüm özelliklerin cismani halidir barbarlar. Burada imparatorluklar nezdinde kurgulanan iktidar biçimi, bu 'öteki' üzerinden tebaası üzerinde 'kendi imparatorluğunu kurgulamak ve salınımladığı üst güven duygusuyla bunun rıza imalatını sağlamak' olarak varlık gösteriyor. Ve buna her ihtiyaç duyduğunda kurguladığı bu hayal/yanılsama üzerinden kendine güç ve meşruiyet devşiriyor. Bu yanılsama halinden sıyrılmayı başarabilen bireye ise bu iktidarını baskılama yoluyla 'hainlik' payesi atfediyor. (Coetzee'da Sulh Hakiminin açıkça yaşadığı ve Buzatti'de de Albay Giovanni Drogo üzerinde baskılanan kutsal askerlik vurgusu)

TEPENİN ARDINDAKİ DÜŞMAN

Coetzee'nin Barbarları Beklerken'i ile Emin Alper'in Tepenin Ardı filmi ekseninde bir kaç kelam etmek istiyorum. Albay Joll'un imparatorluğunun sınır bölgesi ile Faik Bey'in kurguladığı arazisi, esasında işgal toprağı üzerinde kurgulanan birer tahakküm örneği. Burada özellikle yukarıda bahsini ettiğim 'yaratılan milliyetçilik' toprak üzerinden 'vatan' olarak kurgulanıyor. Esasında hiç bir tehdit emaresi yokken Albay Joll'un barbarların balık avlamasını tehdit olarak algılamasıyla Faik Bey'in yörüklerin hayvanlarının dağ başında otlamasını 'vatan topraklarını işgal' tehditi olarak algılamaları ve gösterdikleri refleks, ötekilerin varlığını tamamen ortadan kaldırmaya yönelik olmuştur. Bunu böyle söyledim ama peki barbarlar/yörükler gerçekten varlar mıydı? Yoksa Don Kişot'un yeldeğirmenlerine savaş açmasına benzer salt varlığını gösterebilme çabası mıydı?


 Bu iki sanat eserinin kendine edindiği dert arasında belki toplumsal, kültürel ve siyasi olarak uçurumlar olsa da en temelde sıradan insan üzerine koydukları teşhiş çok benzer ve çarpıcıdır.  Normal şartlar altında Albay Joll'un barbarlara karşı uyguladığı tanık olunması zor işkence ve acı görüntülerini  halk duyarsız ve 'kutsi değerler' uğruna meşru görürken, sonlara doğru bunun bir kandırmaca olduğunu sezinlemesine rağmen bunun itirafını yapmaz. Keza Tepenin Ardında en net haliyle halkı yansıtan Çoban Sülü, kendi köpeğinin akrabası tarafından vurulmasını görmesine rağmen, bu suçun yörüklere isnat edilmesine ses çıkarmaz. Dahası onları cezalandırmak üzere çıkılan seferin neferi olur. Bu iki örnek, istismar edilen geniş halk tabanının aslında çokça bu tür olayların farkında olmasına rağmen gösterdikleri pragmatizmin çok net birer göstergesidir.
 İnsanoğlunun kendini mutlak haklı çıkarmak amacıyla sürdürdüğü bu kandırmaca hali, kesintisiz bir şekilde çağlar boyunca kendini tekrar tekrar üretmiştir her daim. Bu türden düşüncelerin panzehirini yine bir şair söyleyebilirdi ancak:

"artık kimse bize haber vermeyecek,
hemen şu tepenin ardında
saldırmaya hazır
müsellah bir düşman taburunun durduğunu.
çünkü yok böyle bir ordu,
bir düşmanımız kaldı dudaklarımız arasında." 

7 Eylül 2014 Pazar

Cevdet Bey ve Oğulları

 Kalabalık bir aile içerisinde yaşanan coşkunun, birlikteliğin, dayanışmanın ve iç çekişmelerin karşısında yalnızlığın arzulanan çekiciliğinin, birey olma yolunda soyutlanmaların ve sanatın ve siyasetin dehlizlerinde dolanan idealist karakterler üzerine inşa edilmiş; 3 kuşağın günlük yaşam ritüellerini hiç bir ayrıntıyı ıskalamadan ve sırtını zamanın ruhuna yaslayarak anlatan 'sinematografik' bir kitap  Cevdet Bey ve Oğulları . Nişantaşılı bir ailenin 3 kuşak boyunca serüvenlerini anlatan bu kitap içerisinde barındırdığı karakter çeşitliliği ve bu karakterlerin her birinin temsiliyetini oluşturduğu kimlikleri, refleksleri ve idealleriyle panaromik bir aile hayatı sunuyor . Bu yönüyle Cevdet Bey ve Oğulları'nın tarihi aynı zamanda bir Cumhuriyet tarihidir.
 Cevdet Bey, Meşrutiyet döneminde ticarete atılmış o dönemim azınlık sayılabilecek Müslüman tüccarlarındandır. Hayattaki tek ideali olan iyi bir tüccar olmak ve batılı anlamda modern bir aile yaşantısı kurma hayallerini Cumhuriyet'in temellerinin atılmasıyla daha rahat hayata geçirmiştir. Eski bir Jöntürk olan abisi Nusret'e mukabil yumuşak başlı bir karaktere sahiptir. Kitabın ilk bölümü Cevdet Bey'in 1 günlük yaşam ritüelini en ufak ışığı kaçırmadan detaylı ve okuru içine çekerek çok güzel bir şekilde anlatır. Cevdet Bey'in henüz bekarken kurduğu nalburiye dükkanına "Cevdet Bey ve Oğulları" ismini vermesi ve kitabın bu adla böyle bir eksende ilerleyeceği izlenimi yaratsa da Orhan Pamuk'un kitaptaki dinamizmi mühendislik fakültesinden 3 arkadaş olan Refik, Ömer ve Muhittin üzerinden sağladığını görüyoruz. Bana göre Orhan Pamuk'un yazar olarak en temel meselelerinin başında gelen "bir başkası olma" ve "ötekini düşünmek" halini burada bir teknik olarak kullanır. Yazarın bu kitabı 22 yaşında yazmaya başladığını göz önünde tutarak; o yaşta olağan olarak göreceğimiz farklı ruh halleri merakının, hayatın çeşitliliği düşüncelerinin ve bir yaratıcı yazar olarak "peki ya başka türlü olsaydı?" düşüncesiyle oynama fırsatını cömertçe kullanmıştır. Bu haliyle tek bir noktadan -mühendis olarak- başlayan karakterleri istediği gibi yönlendirmiştir. Nitekim mühendislik fakültesinden 3 arkadaş olan Refik'le aklı ve huzuru, Ömer'le hırsı ve şevki, Muhittin'le de melankoliyi ve tutunamamayı karakterlere giydirmiş ve bu yönde maceralara sürüklemiştir.

    REFİK: Vatanın kurtuluşunu odasında arayan bir Robinson
 Zengin bir konak yaşamı ve yolunda giden iş ve evlilik hayatı Refik'e tasasız, mutlu bir hayat sürdürmektedir. Konformizme meyilli fakat bunun yalnızlığı ve sıkıcılığından tereddüt eden ve bunu zorunlu olarak yürüttüğü arkadaşlık ilişkileriyle dağıtan biri. Muhabbetlerin öznesi değil, nesnesi olmuş daima. Fakat babası Cevdet Bey'in ölümü üzerine varoluşsal sıkıntılar baş gösterir hayatında ve okuduğu Fransız Devrimi yazarlarının da etkisiyle kendini düşünsel alanda üretkenliğe verir. Bu yolda eşinden, ailesinden kaçamak olarak gördüğü taşraya(Kemah'a) gider. Bir Cumhuriyet aydınının taşrayla ilişkileri olarak da görebileceğimiz bu yolculuğa yüce amaçlar katma amacıyla köy sorunlarıyla ilgilenmeye başlar. Fakat orada gördüğü sefalet ve durağanlık onu umutsuzluk haliyle düşünsel olarak ütopik fikirlere sürükler. Nihayetinde kurguladığı 'köy cenneti' tasarıları pek itibar görmez. Sonrasında oğlu Ahmet'in değişiyle "vatanın kurtuluşunu odasında arayan bir Robinson" edasıyla yayınevi işine girer ve en son olarak kendisi hala muallakta kalan bu haliyle Paris'te Sartre'a "Aydınlık Türkiye'ye nasıl gelir?" sorusunu sorarken buluyoruz. Sartre'in cevabı hayatının çelişkisini ortaya koyar mahiyettedir: "Mösyö, sizin yerinizde ben olsaydım, bu azgelişmiş ülke aydını olarak burada sütlü kahve içmez, ülkemde öğretmenlik yapardım."

(Orhan Pamuk'a ait müsvedde)

ÖMER: Yıkıntılar kentinden kendi küçük krallığına
 Nurdan Gürbilek'in Ecinnilerin Stavrogin'ini tasvir ederken bahsettiği 'küstahça kendine dönüklük, zalimliğe varan kibir ve bir zırh gibi kuşanılan kayıtsızlık' nitelikleri Ömer'de vücut bulmuştur burada. Londra'dan aldığı eğitimin dönüş yolunda aklında yalnızca bir fatih olma fikri (Balzac'ın Goriot Baba'daki Rastignacıyla kendini özdeşleştiriyor) ve sıradanlığın 'bataklığına' saplanmayacağına dair kendine verdiği sözler vardır. Bu yolda sermaye yaratabilmek için taşrada demiryolunda çalışmayı ve kazandığı sermayeyle nüfuz yaratmak için de hiç gönlü olmamasına rağmen milletvekili kızıyla evlenerek yaratmaya çalışır. Fakat yaşadığı memleketin arzularını gerçekleştirecek derecede aydınlık olmadığını ve küçümsediği insanlarla aynı sıradan hayatı paylaşmaya sürüklenmek istemediği için Ömer vazgeçer bu düşüncelerinden ve tutku ve hırslarını içinde büyütür. Herhangi bir varoluş sıkıntısı duyumsamayan, toplumdan beklentisi kalmamış ve boşlukta sallanan, ne olmak istemediğini çok iyi bilen fakat ne olması gerektiğini bilmeyen Ömer, kendi küçük krallığını kurar. Nitekim Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu'ndaki Aydın karakteriyle de örtüşür bu yönüyle. Kendisi de tıpkı Aydın gibi hayatta ideallerini ve tahayyül ettiği yaşantıyı gerçekleştirememiş ve bunun kaçamak yolunu da taşrada en azından kralının kendisi olacağı krallığını inşa ederek ikame etmiştir. Arkadaşlarının İstanbul'a çağırma ısrarlarına rağmen tıpkı Aydın gibi bunu reddedip kendi sınırları içerisinde iktidarını koruma yoluna gitmiştir.

MUHİTTİN: Hesaplı şair
Baudeliare gibi bir şair olma isteğini saplantıya dönüştüren, bu yolda melankolik bir yaşam süren ve 30 yaşında intihar etmeyi düşünen bir karakterdir Muhittin.Kitabın en dinamik karakteri olmasına rağmen ziyadesiyle yüzeyseldir. Diğer arkadaşlarına nazaran başarısız oluşunun sonucudur şairliği. Arkadaşlarının yaşadıkları hayatlara yönelttiği eleştiri alttan alta arzuladığı fakat elde edemediği yaşamların veryansınıdır. Bu yönüyle reddeden değil, kaybeden biridir. Nitekim ateşli nutuklarla savunduğu şiirlerini bir köşeye bırakacak ve kendisinin deyimiyle 'aklın ışığını, coşkunun potasında eriterek Turancı harekete katılacaktır. Sonrasında da bir davaya inanmayacak kadar akıllı olduğunu söyleyerek oradan da ayrılır ve en son Ahmet'ten öğrendiğimize göre Adalet Partisinden Milletvekili olmuştur.
Kitabın belki en zayıf noktası klasik tarzda yazılmış böylesi bir eser içerisinde karakterlerin altının iyi doldurulamamış olmaları. Karakterlerin konjonktürel olarak değişimleri yüzeysel olarak yerinde vurgulanması ayağı bu topraklara basan kişiler olduğunu gösterse de tüm değişimlerinin böylesi dış etkilerle şekillenmesi, içsel olarak bunun altının pek doldurulamaması karakterleri zayıf kılıyor. Örneğin; Refik'in değişiminin inandırıcılığına okuyucu varamıyor, eşi Perihan'ın Refik'in tüm kaçışlarına sabır gösterir halde gözükmesine rağmen bir başkasıyla evlenmesi beklenmedik olarak karşılanıyor okuyucuda. Keza abisi Osman'ın çocukları ve eşiyle mutlu görünmesine rağmen bir metresinin olmasının görünürde hiçbir sebebi görünmüyor ve tüm olan bitenler içerisinde Osman'ı ev-iş arası sorunsuz sıkı çalışan bir tüccar olarak görüyoruz.
  Kitapta dikkatimi celbeden bir kaç noktadan da bahsetmek gerekirse;
Cevdet Bey'in kardeşi Nusret'in ölüm döşeğinde kendisine emanet ettiği yeğeni Ziya, başlarından salarcasına amcasının zoruyla asker olmuştur. Fakat babasından kalan miraslardan hak iddia ederek 3 kuşak boyunca ailenin üzerinde bir hayalet gibi dolanmıştır. Yolladığı tehditlere varan mektuplarla, ailenin üzerinde uzaktan uzağa baskı oluşturarak korku salan bu asker karakteri, Cumhuriyet sosyal ve siyasal yaşamındaki askeri otoritenin kitaptaki yansıması olarak görülebilir.

 Dönemin sosyal/siyasal yapısında, demiryolunun çok bir özel bir anlamı var. Devletin taşraya uzanan güvenlik kolları, inkilapların taşıyıcısı, sosyal hayatı dönüştürücü olarak görülen demiryolu yapımı bir diğer yandan da zengin olmanın kısa yoludur. Demiryolları yapımını üstlenen Kerim Bey, bölgede bir milletvekili nüfuzuna sahipken kazandığı servetle Nişantaşı'nda büyük araziler almıştır ve Ömer kısa yoldan servet elde etmenin yolunu burada çalışmakta bulmuştur. Öyle ki soyadlarını Demirağ, Yolaçan, Demirbağ ve Kayadelen olarak koyacak kadar benimsemişlerdir bu yapıyı.

Orhan Pamuk'un ilginç bir şekilde kitapları arası göndermeler yapması dikkatli okuyucuyu biraz eğlendirmek ister gibidir. Zira Sessiz Ev'de milliyetçi bir genç olan Hasan, burada aynı adla ateşli bir TİPli devrimci karakterindedir. Yine Sessiz Ev'de başarısız geçen kaymakamlık denemesi sonrası İstanbul'a dönen Selahattin Bey, bu kitapta uzun yıllar kaymakamlık görevini sürdürmüş çiftlik sahibi biri olarak belirir. Ve 3. kuşak olan Ressam Ahmet Işıkçı esrarengiz şekilde İletişim Yayınları'ndan çıkan Orhan Pamuk kitaplarının kapak tasarımını yapan kişidir.
(Masumiyet Müzesinde Ahmet Işıkçı'ya ait bir tablo)

Kitabın sonlarında Ahmet'in sözlediği "Burası Türkiye gerçeğin kendisiyle değil, kötü bir taklidiyle karşı karşıyayız" sözü; kendisiyle birlikte önceki kuşaktan akranlarının da temas ettiği hakikati işaret ediyor. Koyu bir Jöntürk olan Cevdet Beyin kardeşi Nusret, ölüm döşeğinde Fransız Devrimini andırır şekilde gerçekleşecek devrimi ve Sultanahmet'te giyotinlerle akacak kan hasletleriyle ölür. Cevdet Bey'in bir elitistlik hali olarak bahçesindeki çiçeklerin Latince isimlerini ezberlemesi ve son nefesinde bu isimlerden birini anımsamaya çalışmasıyla ölmesi; Hayatında anlam arayışına giren Refik'in Kutsal bir metin gibi dönüp dolaşıp okuduğu Rousseau'nun İtiraflar'ından etkilenmesiyle toplumsallığa yönelip köylerin kalkınması hakkında araştırmalara girmesinin köylülere acıma ve tiksinme duygusuyla sınırlı kalması; Muhittin'in Baudeliare gibi şair olma arzusunun Baudeliare gibi frengiye yakalanmak isteğiyle sınırlı kalması ve Rastignac olma hülyalarıyla ülkeye gelen Ömer'in nihayetinde bir çiftlik satın alıp yaşaması gibi, idealize edilen tahayyüllerin bu toprakla yüzleşip rasyonelleşmesidir.

  Meşrutiyet'in ilanından başlayarak 1970'lerin Cumhuriyetine değin romanın katettiği fikri, duygusal, sosyal, siyasal ve kültürel aşamalar ve tüm bu aşamaların kuşaklar arası yarattığı değişkenliği ve yozlaşmayı günlük yaşam deneyimlerine değin anlatmasıyla bu ülke düşünsel evrimi üzerine çok önemli nüanslar içerir. Bu yönüyle bu kitabı çok önemsiyorum.


13 Şubat 2014 Perşembe

Sessiz evden gelen sesler


 Zurnada peşrev olmaz, Orhan Pamuk büyük yazar. Bu ülkeye gözümü açtığımdan beri her başarılı insana isnat edilen çeşitli yaftalamalardan o da nasibini almış, bugün dahi kişiliğine yapılan atıflar eserlerinin önündedir. Bende bu yönde bir imtina olmamasına rağmen Tanıl Bora'nın Birikim Dergisinde okuduğum "Tahsilli Cehaletin Cinneti" (bkz.) isimli makale tersinden olumlayıcı bir önyargıya neden oldu. Son dönemlerde kendisine yöneltilen -neyse ki- içerik bazlı eleştirilerden (zor okunan, postmodernist kopyacı, popülist vs) münezzeh olarak şunu söyleyebilirim ki; kendisinin okuduğum ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları, işbu 2.romanı Sessiz Ev ve Benim Adım Kırmızı kitapları gümbür gümbür büyük bir yazarın geldiğini müjdeliyor. Üstelik herkesçe hakkı ve kalitesi teslim edilen Kara Kitap bu listede yokken.


Sessiz Ev, İstanbul'da yaşayan Tarihçi büyük ağabey Faruk, devrimci kız kardeş Nilgün ve zengin olma hülyalarına kapılmış küçük kardeş Metin'in Cennethisar'da hizmetçisiyle yalnız bir hayat süren Babaannelerini 1 haftalık ziyaretlerini konu edinir. Her yıl tekrarlanan bu rutin, sıcak bir aile ziyaretinden ziyade ödenmek istenen bir vefa borcu veya zoraki yapılan bir ayinden farksızdır. Adına yaraşır bir şekilde tam bir sükunet ve karamsarlığın hakim olduğu bu evde, ziyaretler dünyadan ziyade kafasında anılarla yaşayan ve hayatı boyunca emin olduğu tek duygu hizmetçisi(ve kocasının gayrimeşru oğlu) Recep'e hınç duymak olan Babaanne'nin bu dünyayı hatırlamasına ve gerçek hayatları kendileri için birer sıkıntı kaynağı olan torunların bundan sıyrılıp çocukluk anılarının masumiyetine yaslanma saatleridir.

Bir zamanlar cühela bir hazla peşine düştüğüm fakat karmaşık olay örgüsünün (özellikle Ses ve Öfke) ve pek aşinası olmadığım bir yöntemin (bilinç akışı tekniği ve iç monologlar) kullanıcısı William Faulkner gibi bir yazarı sindirebilmemin müsebbibidir Orhan Pamuk. Harika bir şekilde uyguladığı bilinç akışı tekniği ve iç monologları yöntemi okuyucuya muazzam bir okuma keyfi sunuyor. Bu yönüyle çok seslilik hakimdir Sessiz Ev'de. Babaanne'nin geçmişine yaptığı yolculuklarda eşi Selahattin Beyle tanışırız, Selahattin Darvınoğlu. Kendisiyle taban tabana zıt Selahattin Bey'in pozitivist bilim anlayışı, tanrıtanımaz oluşu ve bu yönde ateşli söylemleri ile mutsuz bir yaşam sürmüş olmaları bu rüya seanslarını birer kabus ve zindana çevirir. Selahattin Bey'in böylesi dünya görüşüne ek olarak kendini Batı medeniyetine vakfetmiş olması (soyadını Darvın-oğlu koyacak kadar) ve aşağılık gördüğü Doğu medeniyetinin eksikliklerini kendisinin yazacağı 48 ciltlik eserle kapatacağını düşünmesi, bizde ilmin küçük emarelerini tatmış her yarı-aydının yaşadığı fikir devinimlerini görme açısından çarpıcı bir karakter. Kitapta yazarın böyle bir niyeti ya da amacı var mıydı yoksa benim yaptığım mı aşırı okuma emin değilim fakat Fatma Hanım'ın sahip olduğu mücevher kutusunun arkaplanına kotarılmış müthiş bir metafor sezinledim. Bana göre mücevher kutusu Osmanlıvari değerlerdir. Dindar ve tutucu bir dünya görüşüne sahip Fatma Hanım için mücevher kutusu ailesinden yadigar, her biri yüksek manevi değeri olan eşyalardır ve Selahattin Bey'in ilmini icra yolunda gereksindiği maddi kaynağa ulaşmada eşinden bu eşyaları zoraki de olsa alıp Yahudi tacire satması ve her bu anlaşmazlığa dayalı alışverişte eşiyle arasının açılması Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan inkılaplarla mütedeyyin kitle arasındaki çatışmayı anımsattı bana.


Her bir karakterle farklı serüvenlere yol alırız; Tarihçi Farukla birlikte kütüphanelerde kayıtlı olaylardan hikayeler türetmeye çalışırız(bana Orhan Pamuk'u anımsattı), küçük kardeş liseli Metin'le zengin olma tahayyülleri kurar umutsuz bir aşkın peşine düşeriz, milliyetçi cenahın oltasına yeni düşmüş Hasan'la memleket kurtarmacılık oyunumuzun ilk adımını atarız, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşleri'ndeki uşak Smerdyakov'la bire bir kaderi yaşayan Recep ile başkalarının günahının kefaretini öderken Cumhuriyet Gazetesi okuyan ortanca kardeş devrimci Nilgün'le sessizliğe gömülürüz. Kitapta çarpıcı olan, yazar her bir karakteri en az 4-5 kez kendi ağzından konuştururken Nilgün'ün sesini hiç duymayız. Nilgün bana kalırsa bu ülkede kadına bahşedilmiş hazin kaderin izdüşümüdür; Söz hakkı elinden alınmış, susturulmuş, sindirilmiş ve hep ötelenmiştir. Ve nitekim ölümü bir erkeğin kendisine uyguladığı şiddetten olacaktır. Nilgün'ün sahilde Turgenyev'in Babalar ve Oğulları'nı okurken Bazarov'la aynı makus talihi paylaşacağına dair ilk emareler belirir kafamızda. Ve Orhan Pamuk şüpheyi doğrularcasına zamansız öldürür karakterini. Her ölümdür erkendir biraz evet ama Nilgün'ün Bazarov'unki gibi zamansız ölümü yazarın acaba mesaj verme kaygısı mı güttüğü sorusunu akla getiriyor. Hasılı kitabın bizde bıraktığı etki, eski kitapları karıştırırken Fatma Hanım'ın duyumsadığı hoşluğu bize aksettiriyor. Güzel bir kitap okumuş olmanın mükafatını fazlasıyla alıyoruz bu romandan.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Cabaye sonrası Newcastle United


Newcastle'da bu sezona dair bir değerlendirme yapılacaksa eğer köşetaşlarında şu 3 oyuncunun adının yazılması kaçınılmazdır: Demba Ba, Papiss Cisse ve Yohan Cabaye. Bu isimleri zikretmemin sebebi salt takımdaki etkileri, kaliteleri değil kendilerinin varlıkları veya yokluklarıyla Alan Pardew'i takım kimyasını değiştirme yolunda değişikliğe zorlamaları. Bunlardan ilk 2'sinin (Papissler) etkileri kısmen isimler üzerinden giderilirken son olarak Cabaye'nin ayrılışı takımın kimyasını, formasyonunu ve oyun anlayışını çok derinden etkileyecek derecede infilak yarattı.


Cabaye Lille'dan transfer edildiği günden beri çalışkanlığı ve gösterdiği göz kamaştırıcı performans ile çok kısa zamanda takımda en önemli oyuncu konumuna geldi ve özellikle son 1 sezondur adı sık sık Arsenal, Manchester United, Monaco ile anılır olmuştu. Ve bu kaçınılmaz son, gerek maddi anlamda gerekse de yaptığı sükseli transferlerle Avrupa'da bir fenomen haline gelen PSG'nin yaptığı transfer teklifiyle nihayetine kavuşmuş oldu. Buraya kadar herşey işin kitabına göre ilerliyordu, son 2 sezon felaketi yakınında yaşayan takımın bu sezon Uefa hülyalarında dolanırken takımdan en önemli parçayı satmanın takımın politikasızlığına/çapsızlığına yormamız bizim günümüz futbolundaki çapsızlığımızı gösterir, bu değil derdim. Ne oyuncu ayağına gelen böylesi bir teklifi reddedebilirdi ne de takım maddi anlamda böyle bir getiriden feragat edebilirdi. Fakat benim bu noktada getireceğim eleştiri, oyuncunun ayrılık ihtimalinin bu kadar bariz olduğu bir dönemde takımın bu oyuncunun yerine ikame edeceği alternatifi oluşturmaması. Üstelik önünde Xabi Alonso sonrası Liverpool'u ve Scholes sonrası Manchester United örneği dururken.


Bugün Cabaye'nin ayrılışı sonrası Newcastle'nin kadro yapısına ve az çok Alan Pardew'in 2 yıldır markajımda olup oyun tarzına aşinalığımdan farklı senaryolar oluşuyor kafamda. Geçen sezon takımın en uyumlu parçası görüntüsü veren ve performanslarındaki dalgalanmalarını çok iyi ayarlayıp birbirlerini idare etmeleri yönünden (Cisse'nin geldiği 2011 yılının Eylül ayından itibaren 14 maçta 13 gol atmasına karşılık Ba'nın yalnızca 1 gol atmasıyla, sonraki sezon Demba Ba'nın ilk yarı itibariyle 15 gol atmasına karşılık bu kez Cisse'nin 5 golde kalması) çok güzel bir örnek olan  Cisse-Ba ikilisinden Ba'nın ayrılışı sonrası takım eksik parçayı monte yönünden en uygun adaylardan Remy'yi kadrosuna katmıştı. Ve Bordeaux'tan alınan Yoan Gouffran bu ikilinin arkasında beklemesi düşünülen rölanti oyuncusuydu. Fakat sezon başı forma sponsoru kriziyle başgösteren takımdaki Cisse krizi, ilk haftalardaki ters işleyen Gouffran-Cisse performanslarının etkisiyle de Cisse, Pardew tarafından kızağa çekildi ve uzun süredir forma şansı bulamıyor. Remy'nin bu sezon ilk dönem itibariyle göz kamaştırıcı performans sergilemesine rağmen kendisine eşlik eden Gouffran'ın ayrık oyuncu tipleri olmamaları ve Gouffran'ın maç içinde çabuk pasifize edilebilir olmasından dolayı, yeni forvet arayışına girildi. Ve bu yolda Twente'deki performansıyla umutvar görüntü çizen fakat Gladbach kariyeri pek iç açıcı olmayan Luuk de Jong transfer edildi. Özellikle bu tip pivot santrafor olarak niteleyebileceğimiz transfer takımdaki bazı dengelerin değişeceğinin de sinyaliydi.


 Cabaye'nin ayrılığının bu kadar malumu ilam olduğu bir sezonda, takımın bu pozisyonda alternatif oluşturmamasını ne kadar eleştiriyorsak yapılan Luuk de Jong transferi sonrası ilk maç olan Sunderland karşılaşmasında pek tutucu olmakla eleştirilen Alan Pardew'in takım formasyonunda yaptığı değişikliklerle ne kadar oyuncuya ve kadroya dayalı bir anlayışı benimsediğini görmek de o kadar sus payı veriyor bize. De Jong'un takıma katılışı sonrası forvet pozisyonunda Remy-de Jong ikilisi ideal forvet görünüme kavuşmuş durumda.


 Sezon boyunca Anita, Tiote gibi 2 çok dirençli ve kuvvetli oyuncunun yanında Epl'deki en iyi 'box to box' oyuncularından biri diyebileceğimiz Yohan Cabaye ve bunlara kanat gidiş-gelişini çok iyi sağlayan Moussa Sissoko'nun katılmasıyla birlikte takımın ortasahası tertipli, kompakt, çok kuvvetli, kemikleşmiş bir hüviyete sahipti ve bu tarz oyuncularla oynanabilen rakibe yapılan presle kazanılan topu orta alandan, yerden ayağa oynanan oyunla sprinter forvetlere gol pozisyonu sağlamaktı. Ki takım bu uğurda geçmiş senelerin en önemli parçaları olan Jonas Gutierrez ile Hatem ben Arfa'dan yararlanamadı.


Neyseki ne yapacağı taktiksel formasyon dahilinde belli olan, yaratıcılık konusunda ise Remy'nin ayağına bakan takımın, bu kimyayı bozmama adına Pardew'in tüm sezon yanında oturttuğu Hatem ben Arfa'yı zorunlu bir değişiklik olarak sahaya sürme zamanı geldi. Cabaye sonrası Pardew'in yapması en olası değişiklikler dahilinde ortasahada asgari eski görevlerini yerine getirmeleri beklenilen Anita ve Tiote ikilisine-belki bunlardan Tiote'nin biraz daha sorumluluk alarak ofansa katkıda bulunması beklenebilir- eski kanatlı formasyona dönüldükten sonra Moussa Sissoko ve Hatem ben Arfa eşlik edecek. Savunma alanı Pardew'in en tutucu olduğu bölge olarak göze çarpıyor. Beklerde Santon ve Debuchy başarılı performanslarıyla yerlerini sağlamlaştırmış durumdalar. Takımın kaptanı Coloccini'ye eşlik eden isim geçen sezon Milan'ın elinden alınan Yanga Mbiwayı performansıyla gölgede bırakmış olan Mike Williamson. Bu bölgedeki Pardew'in tutuculuğunu yıkan tek değişken Coloccini'nin artık kronikleşmeye başlayan sakatlıklarında yapılan zorunlu değişiklik.
 Hasılı takımın en önemli oyuncusu dahi olsa, yokluğunda yapılan esneklikleri ve değişim dinamiklerinin böylesi hızlı işlediğini görmek sanırım Premier Lig'in alameti farikası. Bunu başarıyla kotaran diğer takım da Everton'dur.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Anna Karenina, Tolstoy sinematografisi ve Asghar Farhadi


Tolstoy ve Dostoyevski okumak insanı ikircikli bir ruh haline sevk ediyor. Böylesi yazarları okuduktan sonra, herhangi diğer kitapları okuduğunuz gibi okuyup geçemiyorsunuz kolaylıkla. Bu tür eserler insana ciddi yaptırım uyguluyorlar, yazma ve yazmamak durumu üzerinden. Bir yanda böylesi yazarlar üstüne benim söyleyecek ne sözüm olabilir ki ruh hali hüküm sürerken, diğer yandan ise tanık olunan bir mucize gibi 'bunu mutlaka anlatmalıyım' duygusu çöker üzerinize. Tüm anlatacaklarınız bu mucizeyi yüceltecekten öteye bir anlam taşımayacağını bilseniz dahi.

                                              Klasiklerin Alameti farikası


Amerikalı yazar Mark Twain, klasik romanın tanımını "Herkesin okumuş olmayı istediği ancak kimsenin okumak istemediği eser" şeklinde yapar. İnsanoğlunun değişmez gerçekliklerini tüm çıplaklığıyla dillendirmeyi başardıkları için 'klasik' sıfatını hakeden bu eserler, günümüz insanının yaşama koşullarının gerisinde kaldığından(sosyal, siyasal, kültürel anlamda) onlara içinde olmadıkları ve tahayyül edemedikleri bir dünyayı okumak fikrini pek de cazip kılmıyor. Fakat böylesi insanoğlunun yaratım yoluyla ulaşabildiği en yüksek mertebelerden istifade etmemenin de ayıbını bilerek 'daha önce okudum, hatırlamıyorum' ya da 'bunun özetini okumuştum' gibi yalanlara sarılıyorlar. Ve elbette ki hacimleri.. Klasikleri orjinallerinden değil de 3'te 1 hacmindeki kısaltmalardan okumak maçların özetlerini izlemek gibi geliyor bana. Maç içerisindeki tüm o ruh hallerinin heyecanından sıyrılmış, damarlarımızı kabartan; bizi hop ayağa kaldırıp hop koltuklara gömen duygu değişimlerinden arınmış, takımın en zayıf parçasının yüreğini ortaya koyarcasına performansını avuçlarımız patlarcasına alkışlama hakkını elimizden almış gibidir bir nevi. 2005 Liverpool'unu var edenin Fowler, Torres veya Luis Garcia olmayıp Sami Hyypia-Jamie Carragher birlikteliği olduğunu bize fısıldayan, maç içindeki herhangi bir dalgalanmanın kahramanı olmasa da yüreğiyle oynadığı bilincini maç içerisinde sezinleyemememiz durumunda maç sonu kupa töreninde naif bir tavırla en çok sevinenin Steve Finnan olmasını anlamamızı sağlayan tam metinleri okumaktır. Aksi halde kollektif bir varoluş şekli olan takım ruhunu terkedip salt golü atan oyuncunun iyi ve son toplam olarak sunulduğu bir tüketim haline bürünmüş oluruz. Hasan Ali Toptaş'ın Harfler ve Notalar kitabında bu durumun emsalinin işbu kitabın yazarı Tolstoy'un başına geldiği rivayet olunur; "Anna Karenina 1877'de yayımlandığında, Tolstoy'a 'bu romanda ne anlatıyorsunuz?' diye sorulmuş; Üstat şöyle cevap vermiş: 'Anna Karenina'da ne anlattığımı anlatabilmek için onu size ilk cümlesinden son cümlesine kadar okumam gerekir'."


Edebi bir eserin bende yer etmesinin temel koşutlarının başında, araya herhangi bir tül perdesi koymadan, 'düşünen bir düşüncenin' ürünü olmadığını hissettirerek gerçekliği bize bir mum ateşine dokunma sıcaklığında fısıldamasıdır. Anna Karenina'da sezinlediklerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki, Tolstoy bu konuda dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yazarıdır. Fakat okuma benliğimde fazlaca hacim yer tutan Dostoyevski tesirini aşamamamın olumsuz yönlerinden olan, her okuduğum yazarı Dostoyevski nazarında değerlendirme durumumun bir yanılgı olduğunu Tolstoy gösterdi bana. Bu durum Raul Gonzalez ile Zinedine Zidane'nı ya da Michael Haneke ile Quentin Tarantino'yu karşılaştırmak kadar abes ve havada kalan karşılaştırmalardı. Böylesi yerleşmiş bir algıyı da ancak Tolstoy gibi bir yazar yıkabilirdi zaten. Bu karşılaştırma emsali hakkında yazdığım tüm o sayfalar dolusu yazıyı gözümde müsvedde durumuna düşüren bir kitap okudum geçenlerde. Bu Stefan Zweig'in 'İnsanlık tarihinde yıldızın parladığı anlar' kitabıydı ve bu da sözünü ettiğim pasajdan bir alıntı:
    "Tolstoy eserlerini bir şair olarak yazmamıştır. Hayalgücüyle sihirli dünyalar yaratmamıştır. Gerçek olan şeyleri anlatmakla yetinmiştir. Anlattığı zaman da bir sanatçının değil objelerin konuştuğunu duyar gibi oluruz. İnsanlar ve hayvanlar kendi dünyasından kendi hareketlerinin tabii ritmine uygun olarak, alışık oldukları özel yaşam alanlarından rahatça çıkarmış gibi görünürler bize. Onların arkalarında daha çabuk hareket etmelerini sağlamak ve itelemek için, Dostoyevski'nin yaptığı gibi -kahramanlarını çığlıklar atarak ve ateşler içerisinde tutkularının meydanına atılsınlar diye şiddetle kamçılayan- heyecanlı bir şair yoktur. Tolstoy anlatırken soluğu hissedilmez. Tıpkı dağlı bölgelerde yaşayanların yüksek bir dağa tırmanırken yaptıkları şekilde hareket eder. Yavaş yavaş, düzenli olarak, derece derece, sıçrayıp atlamadan, sabırsızlanmadan, yorulmadan, zayıflık belirtisi göstermeden; ve kalbinin atışları hiçbir zaman sesine yansımaz. Tolstoy'un peşinde gittiğimiz zaman duyduğumuz eşsiz huzur buradan ileri gelir. Tolstoy'da, Dostoyevski'de olduğu gibi hayranlığın göz kamaştırıcı kıvrımları boyunca bir şimşek hızıyla sürüklenmeyiz; birdenbire uçurumların baş döndürücü derinliklerine atlamayız; kanatlanarak, akla hayale sığmaz bir rüya alemine doğru uçmayız: Tolstoy'un sanatı karşısında tıpkı bilimin karşısında olduğumuz gibi gözlerimiz her şey çok iyi görecek şekilde apaçıktır."

Yaşam mı, ölüm mü? Anna mı, Levin mi?

Böylesi bir kitap hakkında konuşmaya başlayınca insan istemdışı olarak kitabın özetini ortaya çıkarır mahiyette sözler sarf ediyor. Eğer bu satırları okuyorsanız size peşinen yapabileceğim en faydalı iş, bu kitabı tavsiye etmek olacaktır. Kitaptaki her halleriyle orjinal ve bende silinmez hatıralar bırakma yönüyle, Alyoşa ve İvan'ın yanına Levin ve Anna karakterlerini heybeme aldıktan sonra diğer karakterler hakkında daha cesur konuşabilirim sanırım. Tolstoy'da ziyadesiyle varlığını sezinlediğim ikircikli ruh hali kitaptaki 2 temel karakterin üzerine titreyişinde çok baskın olarak gösterir kendini. Bunlar tutkularının, şehvetinin ve kıskançlık krizlerinin pençesinde olan 'Anna karakteri' ile ahlaki idealleri olan, kendisine bir an olsun aman vermeyen ve hakkında konuştuğunda kelimesinin başına dahi her daim büyük harfle başladığı Vicdan ahvali ve bunun tesiri altında varoluş mücadelesi veren Levin karakteridir.



 Anna'nın makus talihine kaba taslak baktığımızda kendisine hınç duyabilir, peşin hüküm vererek sonunu -Vronski'nin annesi gibi- ibret vesikası olarak görebiliriz ve fakat Tolstoy uzun karakter tahlillerinde Anna'yı benliğimize öylesine yerleştirip vicdanımızda onu temize çıkarır ki o kötü sonu hakkında, masum bir insanın suçsuz yere ölümüne yakın bir acıma duygusu çöker üzerimize. Tolstoy da kitapta söz arasında küçük bir noktada ipucu verircesine "Ne cana yakın, ne duygulu insanlar olduklarını anlamak için yakından tanımak gerekir Anna ile Vronskiyi. Ben tanıyorum onları" der ve bize kendilerince masumiyetlerini ıspatlama kaygısı güttüğünü gösterir. Kitap Anna'nın tüm o 'nevruzları' zamanında kendisine rehberlik eden ve kitabın önsözünde de yer bulduğu haliyle İncil'den alıntılanan "İçim nefretle dolu, öcümü alacağım" sözü kitabın genel olay örgüsünü özetler ve bu söz Anna'da tecelli eder. Fakat Anna'nın kaderine koşut olarak sunulan Levin'in hikayesi ise bambaşka yerde son bulur. Tolstoy'un hayatını, yaşamındaki gelgitleri şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimiz zaman sanıyorum ki kendisini en fazla kotardığı karakteri Levin'dir. Eğitimini bir yana bırakıp taşraya taşınması, o dönemde yeni yeni taban bulan komünist fikirlerden etkilenip mülkiyet ve feodal düzen karşıtı söylem ve icraatleri, iflah olmaz bir evlilik hayatı, Tanrı ve din sorgulamaları ve karşılık bulmayan ilk yazarlık serüveni.. Tüm bunları Tolstoy, kısmi olarak silik bir tip olan Levin'in monologlarında kendisine söyletir-ki modern edebiyatla başladığı varsayılan bilinç akışı tekniğinin ilk tezahürünü görürüz.-


  Kitabın yayımlanma süreci olan 1877'li yıllar Tolstoy'un yaşamındaki buhranlı dönemlere tekabül eder ve Tolstoy gibi bir yazarın kendini bu eserler üzerinden konumlandırdığını baz alırsak, Tolstoy duygudaşlık yarattığı Levin ve Anna karakterleri üzerinden "Yaşam" ve "Ölüm" ahvallerini sorgulama yoluna gitmiştir. Anna üzerinden dudaklarında son bir dermanla kendisine "Alekseyin de, Seryojanın da utancını, yüzkarasını, benim de korkunç yüzkaramı silecek ölüm. Ben ölünce pişman olacak o, içi sızlayacak, sevecek beni, benim için acı çekecek(...) ışığında endişelerle, yalanlarla, üzüntülerle, kötülüklerle dolu kitabı okuduğu mum bir anda her zamankinden daha bir parladı. şimdiye dek Anna için karanlıkta olan herşeyi aydınlattı. Sonra titredi ışık, sönmeye başladı, söndü." sözlerini söyletip ÖLÜM'ü pay eder. Bunun koşutu olarak Levin'e: "Kötülüğün boyunduruğundan kurtulmak gerekti. Bunun da tek yolu vardı, ölüm. Levin kendini inthara birkaç kez öylesine yakın hissetmişti ki, kendini asmamak için ipi saklamaya, kendini vurmamak için tüfekle dolaşmaktan korkmaya başladı. Ama vurmadı kendini Levin, asmadı da. Yaşamayı sürdürdü.(...) Ama artık yaşamım, bütün yaşamımın her dakikası eskisi gibi anlamsız olmak bir yana, ruhuma bilinçli olarak yerleştirebilceğim, kuşku edilemeyecek iyilik kavramıyla dolu olacak." sözlerini geleceğe umut teminatı olarak verir ve kendisi Levin olmayı tercih etmiştir.


Bunların yanında kaygısız, tek kaygısı yükselme hırsı olan Anna'nın kocası bürokrat Aleksey Aleksandrovic, ailesinin güdümünde bir hayat tanzim etme durumunda kalsa da Levinle evlenme şansına varan iyi yürekli Kiti, hayatı boyunca mutsuzluğun mahkumu olmuş ve bunu kırma yolunda kardeşi kadar cesur davranamamış olan Dolli, ebeveynlerinin başında kopan fırtınalara bin kat yabancı zavallı Seryoja, Karamazovların İvan'ına en yakın karakter Levin'in abisi Nikolay...Her biri hakkında sayfalarca yazılabilir ama bu tür karakter analizlerine konuşacak bir karşı ses duymayınca özellikle blogda yazmak pek cazip gelmiyor açıkcası. Ve bunları çabucak geçelim şimdilik.

Tolstoy Sinematografisi ve Asghar Farhadi



                                         Tren, Tanrı Fenomenini mi sembolize ediyor?

Son olarak Tolstoy'da müthiş bir sinematografi varlığı sezinledim kitap boyunca. Bölümler arası geçişlerde sürekli tren metasını kullanması, yarış öncesi bir atın dinginliği, heyecanı ve yarış boyunca hiç bir atın hakkını yemeden herkese aynı anda pür dikkat kesilmesi ve av köpeğinin davranışlarına, düşüncelerine giren bir Tolstoy kamerası vardır adeta. Daha da dikkat çekeni kitabın arka planına yerleştirilmiş, çarpıcı bir tren metaforu vardır bana kalırsa. Anna'nın trenden iner inmez Vronski ile karşılaşması ve gözlerinden ilk parıltının çakması, başlarına gelen her badirede başka bir yere gitme ihtiyacı hisseden karakterler; Anna'nın kocasından kaçıp arzularının peşine Moskova'ya gidişi, Dolli'nin eşine olan nefretini dindirmek için köye Kiti'ye gitmesi, Levin'in beyninde tesirli bomba etkisi yaratan düşünceleri dindirebilmek ve yaşadığı şehir hayatından kaçmak için taşraya gitmesi.. Ve Anna'nın intihar yolunda trenin önüne atlaması ve finalinde kaçış olarak addedebileceğimiz Vronski'nin kötü anıları geride bırakıp Osmanlı'ya karşı 93 Harbi için Cepheye gitmesi... Tüm bu karakterlerin her ruh hali değişimi ihtiyacında bir başka yere gitme istekleri veya bir sığınma/korunma ihtiyacı olarak trene başvurmaları.. Bu bana fena halde "Tanrı" fenomenini çağrıştırdı. İnsanlar bir duaya el açar gibi çareyi trene başvurmakta ararlar her seferinde. Anna'nın kendini ona feda etmesi, Vronski'nin muhtemel ki bilinçsiz, ruhsuz yaşayacağı yılları ona bir sığınma hali olarak değerlendirmesi vs... bilmiyorum Tolstoy böylesi bir düşünceyi zerk etmiş mi romana fakat ben böylesi derin bir arka plana fena halde taktım roman boyunca.  Tüm bu argümanların yanına Tolstoy'un ölümünün bir tren istasyonunda oluşunu bilmek de kuşkularımı, gerçeğe inkılab ediyor.

Anna Karenina ve Asghar Farhadi tesiri


İçerik ve uslüp bakımındansa sinemadan İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin Tolstoy'dan ve Anna Karenina'sından aşırı derecede etkilendiği geldi aklıma. Gerekçelerini kendime açıklarken izlediğim 3 Farhadi filminin (Bir Ayrılık, Elly Hakkında ve son olarak Geçmiş) genel bir portresini çizdim ve tüm bu filmlerde varolan hiç bir karakterin merkeze oturtulmadan işlenmesi ve hiç birinin tam manasıyla ne masum ne de suçlu yaftasının yapıştırılmadan yönetmen tarafından seyircinin vicdanında sınanması yoluna gidilmesi,, -Anna Karenina'da da 4 karaktere eşit ve yüksek oranda yer verilmek suretiyle toplamda 7 karakter ayrıntılarıyla işlenir ve hepsinin tabii kusurları vardır ve masum değillerdir ama suçlu diyebileceğimiz karakter de yoktur.-

-İletişimsizlikten doğan ve kolayca halledilebilecek olayların üstü örtüldükçe açmaza sürüklenip kısırdöngü halini alması.. Bir Ayrılık'ın iskeletini oluşturan ve saadetleri yolunda ufak ama önemli bir engel olarak duran 'mahkeme'nin sonuçlanamaması ve benzerinin kitapta mutluluğa ulaşma yolunda boşanmak isteyen Anna'nın, kocası Aleksandrovic'ten toplumsal, cemiyet kaygıları ve oğlu Seryoja'yı vermek istememesinden dolayı her seferinde veto yemesi,,

-Anna'nın kocası ve aşığı arasında aşınmaya başlayan ruh hali, beynini kemirmeye başlayan kıskançlık krizleri ve kendi hatasından dolayı kocasının öcünü oğlundan alması ile Elly Hakkında filminde Sepideh'in kocasının Elly'nin kaybolmasını oğlunun ihmaline yüklemesi, kaybolduğu haberiyle gelen nişanlısına yalan söylemek zorunda kalan Sepideh'in ruh hali Anna'dan aşağı kalır yanı olmaması,,


-Geçmiş filminde iyisiyle kötüsüyle devam eden Samir ve Marie birlikteliği Ahmed'in Fransa'ya gelişiyle sekteye uğraması ile Kiti'nin evlilikleri öncesinde Vronski'yi Levin'e tercih etmiş olması ve ruhunda bunun silinmez izini taşıyan Levin'in, Vronski'nin kendilerine gelmesiyle hadsafhaya çıkan iç huzursuzluğu,,

-Ebeveynlerinin başında esen sert fırtınaların göbeğinde arada kalan ve eğitmenlerin boyunduruğunda büyümek zorunda kalan Ayrılık'ın Termeh'i ile Kareninlerin Seryoja'sı,,

-Farhadi'nin 3 filminde de filmlerin temelini 'mevhumlar'ın doğrudan etkilemesi (Bir Ayrılıktaki cenin, Elly Hakkında'da Elly'nin okyanusta kaybolmasıyla yokluğu üzerinden dönen tartışmalar ve Geçmiş filminde de komada olan ve sadece son sahnede ruhsuz bedeni gözüken kadın) ile Anna'nın intiharı yolunda bardağı taşıran damla olan, Vronski'nin hiç görmediği ve kitapta isminin dahi geçmediği Vronski'nin annesinin evlenmek için getirdiği gelin adayı,,
..tüm bunlar kitap ve film hakkında oluşturduğum paralel okumalardan çıkarsadığım sonuçlar.

Açmak istediğim bir kaç konu daha vardı fakat fazla da şişirip bulanıklaştırmayayım ne burayı, ne de zihnimi.. Sizi bilmem ama dünyadaki bunca kötücül arasından beni hayata temelinden bağlayan 3 olgu vardır, edebiyat, sinema ve futbol. Bu tür uğraşlar iyi ki varlar ve varlık alanıma katmışım ki zihnimde, ruhumda, yüreğimde uçuşup duran bunca yığını biraraya getirebiliyorum.

26 Kasım 2013 Salı

Terörist Seyrediyor

Wislawa Szymborska'nın bu şiirini her okuduğumda bana kaderi, şansı, tehlikeyi, katliamı, umudu, umutsuzluğu, yazgıyı; kaçınılmazlığını, çaresizliği ve en önemlisi de yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizginin ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu anımsatıyor. Üstelik gerek şiire zerk edilmiş tüm bu kavramların çeşitliliği, gerekse de kendi meşrebimizce bu kavramların içini doldurmamızla da kült bir roman okumuş hissi uyandırıyor insanda. Öyle ya bazen bir şiir fena halde hayata benzer!


Bardaki bomba on üç yirmide patlayacak. 
Saat henüz on üç on altı. 
Birilerinin bara girmesine vakit var daha 
birilerinin çıkmasına da. 

Terörist şimdiden karşı kaldırımda. 
Mesafe onu tehlikeden korumakta, 
manzarasına da diyecek yok- filmlerdeki gibi. 

Sarı ceketli kadın içeri giriyor. 
Güneş gözlüklü adam dışarı çıkıyor. 
Kot pantolonlu gençler konuşuyorlar. 
Onüç onyedi ve dört saniye. 
Kısa boylu olanı şanslıymış, mopedine biniyor, 
ama uzun boylusu giriyor içeri. 

Onüç onyedi ve kırk saniye. 
Şurada yürüyen kız, saçı yeşil kurdeleli. 
Birdenbire otobüs geçiyor önünden. 
Onüç onsekiz. 
Kız yok. 
Gafilin teki miydi, içeri girdi mi girmedi mi? 
Göreceğiz, hepsini dışarı çıkardıklarında. 

Onüç ondokuz. 
Kimse girmez oldu her nasılsa. 
Kel, şişman adam çıkıyor ama. 
Yoo, ceplerinde bir şey arıyor gibi 
ve 
yirmi saniye kala onüç yirmiye 
aklı eldivenlerinin peşinde, tekrar girdi içeriye. 

Saat tam onüç yirmi. 
Bitmeyecekmiş gibi bu bekleme. 
Birkaç saniye daha. 
Hayır, henüz değil. 
Evet, şimdi. 
Bomba patlıyor. 


*Türkçe çeviri Gündüz Vassaf