Bu Blogda Ara

10 Haziran 2012 Pazar

Avrupa Edebiyat(!) Şampiyonası


Kendimde yeni keşfettiğim bir yönümle söze başlamak gerekirse; Eskiden Dünyaya futbol üzerinden,-onun bana açtığı pencereden bakarken şimdilerde son yılların moda deyimiyle ‘eksen kayması’ yaşayıp her şeye edebiyat yönünden bakmaya başladım. Haliyle dün akşam yatakta uykusuzluktan dolayı o yana, bu yana kıvranırken ve Avrupa şampiyonasının heyecanını içimde duyumsarken, bir anda şampiyonadaki milletlerin edebiyattaki yansımaları parladı kafamda.


 İlginçtir ki, ilk aklıma gelen de Polonya oldu ve geçen sene yaz aylarında-ki o zaman bilinçli okuyucu konumunda değilim, elime ne geçse okuyorum- ve şuanki durum türünün dışında olay romanları ilgimi çekiyordu. Tabi bunda yaz sıcağında ‘bunaltmayayım kendimi düşüncesi de vardı. E ergenlik dönemleri bir de, gittim kitapçıdan vurdulu-kırdılı-savaşlı bir kitap istedim ve o da 1905 Nobel edebiyat ödülünü almış Polonyalı yazar Henryk Sienkiewicz’in Leh-Kazak çekişmelerini anlatan Ateş ve Kılıç kitabını önerdi ve ben de aldım. Eğer bu durum olmamış olsaydı muhtemelen Leh bir yazar bulma konusunda çok sıkıntı çekerdim. Devamında gruptaki bir diğer takım Yunanistan'a baktığımda, bu aralar favori yazarlarımdan ve Zorba gibi müthiş bir kitabı yazmış olan Nikos Kazancakis, hiç düşünmeden aklıma gelen isim oldu. Başta bahsettiğim eksen kaymasının bir yansıması da Çek Cumhuriyeti adını duyduğum anda ilk aklıma gelen ismin Franz Kafka olması, bu duruma örnek olabilir. Eskiden öyle miydim sanki?! -Çekler denildiği anda bir Pavel Nedved, Jan Koller gerçeği vardı. Çeklerden bahsederken isminden hiç bahsetmeden geçmeyi düşündüğüm fakat şuan bana bu satırları yazdıracak kadar hürmet Milan Kundera ismini yazamadan edemedim. En tanınmış eseri ve methini fazlasıyla duyduğum fakat okuma şansını henüz yakalayamamış olduğum- ki insanoğlunun bilinmeyene hep bir ilgisi ve kendisi tarafından bilinmeyene hürmeti vardır- Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı eserine okumadan önce müthiş bir potansiyel beklentim var. Kendisinin Şaka adlı eserini okudum, çok akıcı, etkili bir dili vardı, bu da kalitesini belli ediyor. Bu grupta en zorlandığım takım, ilginçtir Rusya oldu. Öyle ya hangi birini yazasın; Fyodor Dostoyevski, Leo Tolstoy, Aleksandr Puşkin, Anton Çehov, Maksim Gorky, İvan Gonçarov .. bu listenin önünü alamayız, uzar gider. Hiç kuşku yok ki bu yönde bir derecelendirme ya da  yarışma yapılıyor olsaydı; Rusya ,bugünün futboldaki Brezilyası olurdu. Ve bu yönüyle sadece gruptan değil turnuvanın maç yapmadan kupa verilesi takımı olurdu.

 Bir diğer grup B grubu yazar bulma konusunda değil de, edebiyatçı bulma konusunda azda olsa sıkıntı yaşadığım grup oldu. Buradaki yazarlar filozof ağırlıklı. Almanya deyince, yıllar önce okulda kafamıza vura vura-dayatarak okuttukları Babasız Evler kitabının yazarı Heinrich Böll'ün gelmesi garibime gitti kendi adıma. Herhalde okulda uyguladıkları bu sistemin yansıması bunlar. Ek olarak unutulmaması  gereken bir Friedrich Nietzche var ki, aman diyeyim!  Bunların dışında belki bunlardan çok daha büyük yazarlar var  Almanya'da fakat ben de iz bırakan kişiler bunlardır. Futbolda eskiden beri çıkardıkları ve bugün hâla hürmet edilen Gullid, Cruijjf, van Basten gibi dünya yıldızları futbolcuları ve resimde Vincent van Gogh ve Arthur Rembrand gibi müthiş meşhur ressamlar yetiştirme başarısı göstemiş Portakalların paralel olarak aynı başarılarını edebiyata yansıtamamış olmaları kayıptır onlar adına. Dolayısıyla onlardan tanıdığım filozof Spinoza’yı; Jostein Gaarder’in Sofie’nin Dünyası kitabına borçluyum. Filozof olan Spinoza’nın hayatının, yaptığı bu mesleğin-ilgi alanının ya da akımın adına her ne derseniz- piri olan Sokrates’le  benzerliği dikkat çekicidir. Spinoza’nın döneminde Hıristiyan dogma anlayışa getirdiği eleştirel bakış açısı, Sokrates’e yapıldığının aynısı gibi ‘yoldan saptırıcı öğretiler sunuyor’ yaftasının yapılmasına neden olur. Fakat Spinoza şanslıdır, Sokrates’e verilen idam cezasının yanında kendisi Amsterdam’dan sürülür. Bu olay halen şu an bile Hollandalılar tarafından tartışılan bir konudur. Bunu geçen bir yerde Hollandalıların tarihlerinde yaptıkları utanç olayları listesinde bir yerde gördüm.
 Portekiz’de portföyümdeki isim Jose Saramango. Çok fazla eser yazıp, bugün dünyaca tanınıyor olmasının yanında, kendisine tek başına Nobel Edebiyat ödülünü aldırdı denilen Körlük adlı romanı kendisinin bu başarısının temel taşlarından biridir. Ve kesinlikle alınıp okunası bir kitaptır. Gruptaki son ekibimiz Danimarka’nın temsilcilerinden biri yine Jostein Gaarder’dan öğrendiğim ve Oğuz Atay’ın da Tutunamayanlar kitabında Oswald Spengler ve Friedrich Nietzche ile birlikte "Bu Çağın tanınması gereken filozofları" listesine girmiş biri olan Soren Kierkegaard.  Ve sırf bu son referanstan dolayı kendisini okumasak da,hakkında detaylı bilgilere sahip olmasak da kendisine büyük saygı duyup, hürmet etmemize yeter.Bir diğer temsilcileri ise Açlık ve İstanbul'da 2 İskandinav Seyyah kitaplarıyla tanıdığımız  ve sevdiğimiz Knut Hamsun.


İspanya bu turnuvanın en iyi takımı olarak gösteriliyor ve bu duruma paralel olarak çoğu edebiyatçı tarafından da gerek roman türünün ilk-başlangıç eseri olarak gösterilmesi gerekse Cervantes'in bu eseri Don Kişot'un bugün bile hâla aynısı gibi değerini koruyor olup, okunması edebiyatta da onun en iyi olarak lanse edilmesini sağlıyor. İtalya tarafına geçtiğimizde, oradaki temsilcilerimiz Gülün Adı kitabıyla Umberto Eco ve Tatar Çölü kitabıyla tanıdığımız Dino Buzatti. Bu gurptaki rengimi belli edeceğim belki ama Rusya'dan sonraki favorim İrlanda'dır. Bunun sebeplerine girmemize hiç gerek yok sanırım. James Joyce ve Oscar Fingal Wilde isimlerinin yan yana duruşu bile çoğu şeyi anlatıyor. Kendisinin tam olarak aslını bilmemekle birlikte yine Saramango'nun Körlük'ünde olduğu gibi Drina Köprüsü eserinin tek başına Nobel ödülünü aldırdığı isim olan İvo Andriç, Hırvatistan  adına çok iyi bir temsilci.



Son gruptaki takımlara İsveç'ten başlayacak olursak, bugün her ne kadar yararı tartışılıyor olsa da Nobel Edebiyat Ödüllerinin çıkış yeri olması tek başına yetebilir İsveç adına. Fakat bende adı olan bir başka İsveçli ise Stieg Larsson. Kitap okumayı D&R'ın 'Çok satanlar'ı üzerinden götürdüğüm ve Edebiyatı bundan ibaret sandığım dönemlerde tanıştığım bir yazardı Larsson. Seriye başladığı ve bugün hala aynı popülerliğinde devam eden Ejderha Dövmeli Kız romanına biraz başlamıştım fakat Filmini izlemeye gittikten sonra hevesim kaçtı, bırakmıştım kitabı. Şuan iyi ki de bu olmuş diyorum çünkü böyle Amerikanvari film senaryolarından fırlamış kitapları okumak zaman kaybından başka bir şey değil benim için. Grubun İngiltere kanadına geçtiğimizde şuan ki futbol takımının  mantalitesine uygun bir isim var; George Orwell. Bugünün dünyasında aradığını bulamamış ve geçmişteki hayal kırıklıklarından dolayı (İngiltere'nin şampiyonalar tarihi & Orwell'in İspanya iç savaşında gördüğü acımasızlıklar ve yaralanması)  geleceği sürekli karanlık gören düşünceler... Grubun diğer dişli takımı Fransa'ya baktığımızda Victor Hugo'dan Gustavo Flaubert'e, Andre Gide'den Alexandre Dumas'a , Honore de Balzac'dan Stendal'a uzanan en az Rusya kadar bereketl-i yazarlar göze çarpıyor fakat ben de özel etki bırakmış 2 büyük Varoluşçu yazar vardır: Jean Paul Sartre ve Albert Camus. Bu 2 yazarın yaşadıkları dönemde birbirleriyle olan fikirsel çatışmalarını -ki Sartre'nin Nobel Edebiyat Ödülü'nü  reddetmesini mektubunda açıkladığı  gerekçelerin dışında edebiyat çevrelerinde kendisinden önce bu ödülün 'rakibi' Albert Camus'a verilmesi olarak gösterilir.- göz önüne alınca bugün bu tür tartışmalarda 2 büyük yazarın isminin de bir arada anılması kaderin bir cilvesidir. Bireyin temelindeki varoluşunu, topluma uyumunu -daha doğrusu uyumsuzluğunu- toplumun dayattığı kuralları reddedişleri ve bunun getirdiği ruhsal çöküntü temalarını işleyişleri yönünden de, Camus'un Yabancı'sıyla Sartre'nin Bunaltı'sı aynı kaynaktan çıkmıştır. -Grubun son ve turnuvanın son temsilcisi Ukrayna gelecek olursak onların temsilcisi; yeni okumayı bitirdiğim ve okurken büyük zevk aldığım Ölü Canlar başyapıtının yazarı Nikolay Vasilyevic Gogol. Kendisi Rus ekolüne öncülük etmesi ve Dostoyevski'den önce Saint Petersburg'un kendisiyle anılmasına rağmen kendisi aslen Ukraynalı'dır. Ve bu son okuduğum Ölü Canlar kitabında anladığım kadarıyla 'hayali ihracatı' başlatan ya da bu yolda bir çok kişiye ilham kaynağı olan şey bu kitabın ta kendisidir.  

*: İlkten ne yazacağım, nasıl destekleyeceğim yazıyı diye tereddüt ederken insan kalemi eline alınca, bazen saçmalasa da devamını getiriyor. Kalemin sihri de burada sanırım.  












1 Haziran 2012 Cuma

Latin Amerika'nın ruhu; Eduardo Galeano




Eduardo Galeano, Uruguay doğumlu ama -nette gördüğüm çok güzel bir yorumla-latin amerika’nın ete kemiğe bürünüp dünya toprağında yürüyen ruhudur. Kendisinin yazar olma serüvenini anlattığında, "Biz Uruguaylı çocukların gelecek seçimlerinde, önlerinde 2 seçenek vardır; ya futbolcu olmak ya da -dönemin siyasi koşulları gözönüne alındığında- gerilla&militan olmak." Kendisi de tüm diğer latin çocuklarında olduğu gibi ilk seçenekteki futbolcu olmayı istediyse de -ki her ne kadar okuma fırsatını hala elde edememiş olsam da, kendisinin ülkemizde tanınmasına en büyük katkıda bulunan 'Güneşte ve Gölgede Futbol' kitabında bu konu hakkında fazlasıyla kendinden bahseder-hayat ona bu şansı vermemiş. Bu konudaki düşüncelerini de şöyle izah etmiştir;



"Çok kötü bir oyuncuydum, tahtadan bir bacağım vardı sanki! O yüzden de başka çarem kalmadı, ayağımın yapamadığını elimle yapmaya çalıştım. Bu yüzden futbol üzerine bir kitap yazdım!"

 Ardından gençliğinde kendisini Latin Amerika'nın çalkantılı askeri dikta yıllarının ortasında bulur. Kendisinin muhalif, haksızlığa karşı duruşu ve bunu söylemleriyle destekleyişi başına işler açmakta geçiktirmeyecektir kendisini . Önce 1973'te, Uruguay askeri darbesi sırasında yargılanıp, tutukluluğuna karar verilmiş, ardından gittiği Arjantin'de de askeri rejim tarafından ismi 'ölüm mangalarına' yazılınca, çareyi İspanya'ya kaçmakta bulur. Ve orada kitaplarında anlattığı kadarıyla kırtasiyecilikte başladığı mesleki hayatına gazeteciliğe geçiş kararıyla hayatının seyrini tamamen değiştirir.

 -İspanya'da geçirdiği uzun yaşantısınından sonra, Latin diyarlarındaki diktaların düşüp, ortamın yuşumasıyla birlikte Arjantin, Buenos Aires'e taşınır ve mesleğini orada icra etmeye başlar. Kendisini bugün burada, bu yazıda bile konuşuyor olmamızın sebebi kendisine Latin Amerika'yı dert edinip, bu ülkelerin sorununu dünyaya göstermeye çalışıp, çözümü yolunda destek aramasıdır.



 Bunu başarmıştır da; Venezüella lideri Hugo Chavez'in, Abd ziyareti esnasında Barack Obama'ya verdiği "Latin Amerika'nın Kesik Damarları" adlı kitapta, Latin Amerika ülkelerinin siyasal tarihini ve yüzyıllardır nasıl "Arka Bahçe" olarak kullanıldığını çok çarpıcı ve detaylı bir şekilde göstermiştir. Ve bu olaydan sonra dünya kamuoyunun dikkatini çekmiş ve 70'li yılların kült kitapları arasına girmeyi başarmıştır. Bunun kendisine getirdiği şöhret diyemiyeceğim ben, tanınmışlık, Che Guevara gibi tüm ülkelerin ortak ruhunu kendinde barındırıyor olması, kendisine tüm bu ülkelerde saygınlık kazandırmıştır. Tüm bu yönleriyle çok iyi bir aktivisttir aynı zamanda: Küba Devriminden tutun da, Şili'de Salvador Allende'nin darbeye uğraması sürecinde karşıt duruşuna, Venezüella'da Hugo Chavez'in seçim kampanyalarında destekçisi olmasına, Bolivya nüfusunun yarısını oluşturmasına rağmen Kızılderililerin siyasal olarak yok sayılmasına, bu anlayışın yıkılıp aslen Kızılderili olan ve halen de başkanlık koltuğunda oturan Eva Morales'in iktidara yürüyüşü yolunda yaptığı katkılara değin bölgenin kaderini belirleyen bu gibi bir çok olayın bir fiil içinde bulunmuştur. Doğrusu şu ana kadar tamamen Güney Amerika endeksli birinin portresini çizdim fakat Eduardo Galeano, Filistin konusunda da duyarlıdır ve bu konu hakkında yapılan mücadeleyi destekler nitelikte bildiriler yayımlamasıyla dünya medyasında yer almıştır.  



Kendisi gazeteci kimliğinin dışında; Pablo Neruda'dan geldiğini söylediği şiirsel yeteneği, yukarıda da bahsettiğim üzere siyasi-sosyal olaylara duyarlılığı ve analizleriyle iyi bir siyaset adamı,-özellikle 11 Eylül Saldırıları sonrası açtığı "gerçek terörist kim?" tartışmalarıyla iyi bir denemeci kimliği;
"düşük teknolojili terörizm ile yüksek teknolojili terörizm arasında, dinsel fanatiklerin terörizmi ile piyasa fanatiklerinin terörizmi arasında, umutsuzların terörizmi ile güçlülerin terörizmi arasında, ve zincirinden boşalmış psikopatın terörizmi ile soğukkanlı üniformalı profesyonelin terörizmi arasında epey bir ortak nokta vardır. hepsi, insan hayatını hiçe sayma noktasında buluşuyor: kumdan kaleler misali yıkılan ikiz kulelerin altında ölen 5500 yurttaşın katilleri ve dünya gazete ve televizyonlarının ilgisini çekmeyen, çoğu yerli 200.000 guatemalalı'nın katilleri gibi. o guatemalalılar, herhangi bir islam fanatizmine kurban gitmediler, fakat birbirini izleyen birleşik devletler hükümetlerinden "destek, finans ve ilham" alan ölüm mangalarınca öldürüldüler. "
...ve Güney Amerika siyasi tarihi hakkındaki bilgileriyle, iyi bir tarihçi.. Ve daha fazla niteliği bünyesinde barındıran değerli bir kişilik. Bir gün kendisine tarihçi olarak itham edildiğinde, bunu reddedip; “Ben, hatırlama takıntılı bir yazarım, Amerika kıtasının geçmişini hatırlamak, her şeyin ötesinde Latin Amerika’nın; bellek yitimiyle lanetlenmiş toprakların geçmişini.” diyerek şu müthiş sözü söylemiştir: “Aslanlar arasından tarihçi çıkmadığı sürece avcılık tarihi her zaman avcıyı yüceltecektir.” 

 Yazarın hayatını kısaca yazıp, okuduğum kitaplarından güzel bir kaç metin aktaracaktım fakat yazdıklarıyla beni fazlasıyla memnun eden ve sonrasında kendisi hakkında edindiğim bilgileri aktarıp, böylesine değerli bir yazarı size de tanıtma isteği bir blog yazısı için fazla kaçtı sanırım. Onun için şu son okuduğum ve kendi kurallarımı çiğneyip 2. sefer okumaktan kendimi alamadığım Kucaklaşmanın Kitabı'ndaki altını bastırarak çizdiğim yerleri size bir başka yazı da aktaracağım.