Bu Blogda Ara

15 Aralık 2012 Cumartesi

Huzursuzluğun kitabı


"Bir kitap okuduğum ve hayatım değişti" çok iddialı bir söylem olması dolayısıyla bu cümleyi kullanmaktan kaçınırım her zaman fakat kitapların insanın yaşamına kimi zaman ufak dokunuşlarla, kimi zaman da insanlardaki yerleşik algıyı tamamen ters düz eden yönüyle belli bir yaptırım gücünün olduğuna inanırım. Kendimde hangisinin ağır bastığını farkedemeyecek kadar beni muallakta bırakan bir kitap bu okuduğum, Tatar Çölü.. Fakat emin olduğum bi'şey var ki; şairin “Döndüm ki döndüğüm yerde değilim" dediği ölçüde sizde de iz bırakacak ve kendinizi farklı bir konumda konumlandırma ihtiyacı doğuracak bir kitap bu. Eğer ki hayatınıza yön verme açısından bir dönemeçten geçiyorsanız sizi karar verme yönünde daha da cesaretlendirecektir, yok eğer çok sıradan, rutin bir hayatsa sürdüğünüz sizde hayatınızda değişikliğe gitme yönünde zorlayıcı etki yaratacaktır. Huzursuzluğun kitabı bir nevi.  



 Kitabın konusu hakkında işin detayına girmeden yüzeysel bilgi vereyim dedim fakat her zaman yaptığım gibi roman özeti çıktı ortaya. Hiç beceremem bu işi nedense. Neyse bu açığımı, olayın çerçevesini çok daha iyi çizmiş olan kitabın tanıtım bülteninden yararlanarak kapatayım:
 “İç karartıcı Bastiani Kalesi’ne vardığında genç teğmen Giovanni  Drogo tarifsiz bir sıkıntıya kapılır. İlk görev yeri olan bu kaleyi bir gece bile kalmadan terk etmek ister, ama harekete geçemez. Sonunda en fazla dört ay kalabileceğine karar verir. Alışkanlıkların uyuşturucu etkisi, askerlik gururu, gündelik ritüellerle dolan bir hayat boşluğuna bağlanması ve Tatar Çölü’nün vahşi cazibesi bu dört ayı yıllara çevirir. Giovanni Drogo kimsenin gelip geçmediği, öte tarafında ne olduğunu kimsenin bilmediği bir çöl sınırını beklemeye bırakır kendini...”



 Kitabı ilk aldığımda bu tanıtım bültenini okumamla, bitirişimdeki kafamda beliren olay örgüsü tamamen eşdeğerdi. Zira kitabın ön plana çıkan ve bu eseri "kimilerince" klasikler arasına sokan yönü olaydan ziyade(ki zaten Drogo'nun beklentilerine dair duyduğu heyecanlarından/umutlarından, bazen de bunları takıntı haline getirip yanılgılara düşmesinden kaynaklı kalp atışlarımızın küçük atışlarını duyumsamamız dışında fazla bir atraksiyon yok) varolan durumu müthiş işleyişi, insana bahşedilen gurur ve onur gibi duyguların kimi zaman insanın eylemlerinin nasıl öznesi konumuna geldiklerini, kahramanlarının ruh tahlillerindeki başarısı ve hakikati insanın suratına tokat gibi çarpan müthiş sonu.. Ama en çok da Buzzati'nin zihni kışkırtıcı "düşünce zehirlerini" beyninize bir kere atmış olması.. Nelerin gelgitini yaşamıyor ki insan? Buradaki sihir kuşkusuz ki Buzzati'deki müthiş alegori yeteneği. Şöyle ki; kitapta verilen Bastiani Kalesinin bugün hayatımızdaki izdüşümü kuşkusuz modern hayat ve onun dayattığı/belirlediği ölçüde bize sunduğu yaşam koşulları. Alışkanlıkların rahatlığından, insanın yazgısına olan teslimiyetinden doğan tepkisizleşmesinden, ritüel hayatın tamahkarlığından, risksiz hayat tasavvurları/hareketlerinden ve tüm bu sıkıcı hayat dayatmalarından kurtulmanın imkansızlığına olan inançtan çevrelenen bir kale.. Giovanni Drogo'nun ruh haliyse bugün ki modern insanın içinde yaşadığı haleti ruhiyenin yansımasıdır adeta. Bu yüzden hepimiz Giovanni Drogo'yuz bir parça, Bastiani kalesinde yaşayan. Şuan bu satırları okuyan kişiye şiddetle tavsiyemdir bu kitap, okuyanlar da bir daha okusun bence, beni her okunuşta yeni bir şey bulunabileceğine ikna etti çünkü..  Bu zamana kadar okuduğum ve beni ciddi anlamda etkileyen kitaplar listesinde rahatlıkla ilk 5’e girer ve kitaplığımdaki “has kitaplarım” bölümüne girmeye hak kazandı.

26 Ağustos 2012 Pazar

Takas ve arka planındaki taktik değişimleri




Malumaliniz geçtiğimiz günlerde İtalyadaki müthiş Pazzini-Cassano takası pazarlıkları fazla sürmeden noktalandı. Bu tür transferler her ne kadar bize çok yabancı olsa da İtalya'da bu kulüpler arası geçiş sık yaşanan bir durum. Bu transferin maddi yönü, özellikle Milan'ın Cassano'nun üstüne verdiği +7milyon € ile kimin kârlı çıktığı tartışıladursun, biz takımlardaki kimlik değişikliği ve bu oyuncuların da bu değimindeki kilit rolü oynayacağı taktik arkaplanına bakalım.


 İnter'den başlayacak olursak; Mourinho dönemi birlikte takım Motta, Cambiasso, Muntari, Zanetti, Stankovic, Sneijder gibi kuvvetli, iyi pas yapabilen orta saha oyuncularıyla ileri uçta görev yapan Milito, Eto'o'ya ortadan top taşıyan, baklava taktik dediğimiz düzenle oynayan takım hüviyetini kazandı. Mourinho sonrası Balotelli, Eto'o, Pandev gibi oyuncuların da ayrılmasıyla birlikte, göreve gelen Rafael Benitez'in elinde yetenekleri daha kısıtlı bir takım kaldı. Gidenlerin yerine Pazzini, Forlan, Zarate gibi oyuncuların alınması takımın hücum yönünü orta alandan çıkan toplarla belirlemesi dışında başka seçenek bırakmıyordu. Bu da onları atak yönünden daha kısırlaştırıp savunulması kolay bir takım haline getiriyordu.  Burada Mou'nun taktik zekasını bir kez daha takdir etmek gerekir ki, aynı özellikte adamlar olmasına rağmen kendisi Eto'o'yu zorlu Şampiyonlar Ligi sürecinde ekseriyetle sağ açıkta, Milito'yu da Barcelona maçından hatırlayacağımız şekliyle sol açıkta oynatıp oyunculardan çok farklı şekilde yararlanıyordu-. Nitekim bunun acı meyveleri kendini vermeyi fazla geciktirmedi ve Benitez takımdan ayrıldı. Fakat bu da çözüm değildi sonrasında gelen Ranieri'nin de ömrü Benitez'den pek uzun olmadı ve genel olarak İnter geçen sezonu tam bir hayalkırıklığıyla bitirdi. Bu sezon hücumda farklılaşmaya ve çeşitliliğe giden takımda ilk transfer Genoa'dan Rodrigo Palacio oldu. Bu transfer önceki sezon yapılan Pazzini ve Forlan'a nazaran daha sprinter ve geriden top alıp kanatlara inebilme profiliyde değişimin ilk emaresiydi. Ve son olarak Pivot santrafor diyebileceğimiz Pazzini'nin takasla Cassano'yla transferi bu değişimin tescili oldu adeta. Artık İnter'in oyun planı değişmişti, eski rakibi ortadan delmeye çalışan takımın yerine tam 4-3-3'ün kanatlarında bulunması gereken özellikleri bünyesinde barındıran Cassano ve Palacio'nun alımının dışında Ricky Alvarez, geçen sezon Espanyol'da kalitesini belli eden Coutinho gibi oyuncuların varlığı, ortasadaki Sneijder'in maestroluğunun dışında takıma farklı ve zenginleştirici bir hücum opsiyonu sağlıyor.


 İşin Milan boyutuna bakarsak; burada düzen tam tersi yönden işliyor İnter'e göre. Geçen sezon Zlatan İbovic, Pato, Robinho, Maxi Lopez, CAssano gibi oyuncularla 4-3-3'e yakın oyun planıyla oynayan takımda değişim göze çarpıyor. Özellikle Zlatan'ın ayrılışı, Maxi Lopez'in bonservisinin alınmayışı ve son olarak Cassano'nun verilip bunların çok dışında özellikleri olan Pazzini'nin alınması ve güçlü orta alana yapılan Montolivo, Muntari, Traore takviyeleriyle birlikte Prince Boateng'in oyun kurucu rolünün gelişmesi, tüm bu saydığım faktörlerle bana öyle geliyor ki İnter'in eski oyun planına dönüldü. Tüm bunların dışında takıma eleştiri getirilen yön Pazzini transferi oldu. Fakat transferin maddi yönünden bakarsak; İbrahimovic ve T.Silva'dan kazanılan para miktarı Milan'a oyuncu satışı konusunda kontakta olan takımların iştahını kabartır ve Cassano'nun da takımdan ayrılmak istemesini fırsat bilen İnter bunu iyi kullanmış. Diğer yandan dışarıdan alınacak yabancı oyuncunun Serie A'ya uyum kumarı ortada varken, yerli oyunculardan bazılarının başka kulübe gitme heyecanını artık kaybetmiş olmaları -Di Natale, Boriello, Quagliarella...-, yeni nesil forvetlerin de -Borini, Destro, Giovinco- bu değişim öncesi tüketilmiş olmaları bu transferi mantıklı kılan diğer bir yön.
 Bunların yanında İnter kariyeri sonrası kendisine karşı oluşan soru işaretlerini dağıtmak Pazzini için iyi fırsat. Bunu Prince Boateng, Robinho, Montolivo gibi oyuncuların beslemesiyle de başaracağını düşünüyorum.


Son olarak bazılarınca sürpriz olarak değerlendirilen bu takasın taktik arkaplanına bakınca gayet mantıklı, sistematik hamleler gibi görünüyor. Bilmiyorum kafamda yarattığım tüm bu sistemler olmayabilir de. Ayrıca ilgimi çeken diğer bir özellik Cassano'nun altyapısını aldığı İnter'le, Montolivo ve Pazzini'nin Atalanta ve Fiorentina duraklarından sonra 3. kez yollarının kesişmesi.

cassano inter

 Bundan tam 5 yıl önce 2007'de Wembley stadında İngiltere'yle oynanan u21 maçında yaptığı hat-trickin yanında oynadığı müthiş futbol ve gol sonrası yaptığı klasik sevinciyle gönlümde dikdatörlük bayrağını diken Pazzo, o bayrak hâla çıkmadı.  



13 Ağustos 2012 Pazartesi

Susmalı



 Son günlerde yaşadıklarım çok farklı. Yazmaya dair yetimi kaybetmiş gibiyim. Bu biraz da bilinçli bir eylemsizleşme durumu aslında. Öncesinde aklımdan geçen, o an düşündüğüm ya da herhangi bir haber karşısındaki tepkimi gerek oturup bir kağıda, gerekse internette o an ki ortamda paylaşma isteği doğardı. Ama artık bu durum tam tersine dönmüş durumda. Yazmaktan korkar hâle geldim. Bunun büyük sebebi içimden öyle geliyor olması, kısmen de- nette önceki düşünce tarzıma bakmayı, bazı olaylar karşısındaki tepkilerimim zamanında nasıl olduklarını görmeyi isterim çoğunkez- ve bundan deneyimlediğim her zaman şiddetle eleştirdiğim düşünce tarzı olan "olaylar hakkında yeterli bilgisi olmayıp o konu hakkında yorum yapan" insan profiline girmiş olmam. Yani ezbere dayalı ya da başkalarının ağzıyla konuşma.(Bu bende fazla olmasa da ufak belirtilerinin bile olması beni ziyadesiyle rahatsız ediyor).

Ve bu süre zarfında birşeyler yazmaktan kaçınmamın bir sebebi de siyasete ilgi sarmam. Şu son zamanlarda önceden bende hiç olmayan bir şey; siyasi konulara, memleket meselelerine, dünyada olup bitenlere, halihazırda devam eden savaşlara ve sonralarında oluşan düzenlere.. yani özetle dünya ve memleket meselelerinin sebeblerini-sonuçlarını araştırıp-öğrenmeye ve neticesi olarak kafa yormaya başladım. E bu süre zarfında da okuduklarımdan, öğrendiklerimden bir şeyler öğrenir öğrenmez papağan gibi her yerde şakımak gafletinden korktuğumdan dolayı da yazmaktan kaçındım. Ve öncesinde içinde ya da çevresinde büyüdüğüm tüm siyasi ezberlerin hepsini bir köşeye bırakarak elimden geldiğince her kesim yazarın yazılarını okumaya gayret ediyorum. Zira ideolojik ezberlerin dışına çıkamayan, bir olay karşısındaki tepkisini karşı ideolojiye bağlamak ucuzluğuna kaçmak da en büyük nefretlerimden. Ve bu yolda da günlük makale okuma sayımı şuanlık çift hanelere dayandırmış durumdayım. Tüm bunların dışında ben bir gazeteci adayıyım. Benim hayat görüşüm bir ideolojinin çevresinde kısılıp kalacak değil, mesleki hayat öncesi kendime verdiğim en büyük söz; şuan okuduğum bazı yazarlar gibi siyasi partilerin değirmenlerine su taşıyan yandaşlardan olmaktansa bu mesleği hiç icra etmemek.

 Bittabi, bu önceki futbol dışı çok bir şey düşünmeyen, daha doğrusu duyarsız kalmayı yeğleyen adam profilinden sıyrılışım ve bu durumun dışarıdan görünüşü sonrası çok yakın arkadaşımdan aldığım tepki "niye bu boş işlerle uğraşıyorsun, sen bu değilsin" oldu. Fakat belli ki beni iyi tanıyamamış, zira hayatta hiç bir zaman bir alana kısılıp kalmamışımdır. Yani hayatta her zaman yaşadığımız, önümüze önyargılardan ya da kısıtlamalardan duvarlar dikip kendimizi hapsettiğimiz küçük dünyalarımızın dışında da bir dünyanın varlığından haberdar olup, o dünyalara kanatlanan kuş merakındayımdır. Bu da kendimde en sevdiğim yanımdır ve bu yazmaya dair "pasifleşme" sürecinde okumalarla sürekli yeni şeyler keşfettim. Özetle şuana kadar hayatımda hiç bir işi birilerine yaranmak, hoş görünmek ya da birilerinden takdir toplama gayesiyle yapmadım, yapmam da. Her zaman kalbimin ve aklımın götürdüğü yere gitmişimdir, hiç bir dış sese kulak asmadan. Ve bunu iyi hissettiğim sürece de devam ettiririm.

Biliyorum, yazıya başlamadan önce kafamdaki yazı taslağıyla başladıktan sonra şuan geldiğim nokta yine çok farklı oldu diğer yazılarımda olduğu gibi. Ama bu da bendeki yazım tarzı oldu sanırım, yazı yazmaya başladığımda koyduğum bütün kıstasları yıkıp o an kafamın içinde cirit atan düşünce her neyse onu yazasım geliyor. Şimdi diyeceksiniz tüm bunlar nereden çıktı, ne oldu da böyle saçmalamaya, düşünmeye başladın? Söyleyeyim dostlar; beni Ludwig Wittgenstein'in "ÜZERİNE KONUŞULAMAYAN KONUSUNDA SUSMALI" sözü çarptı. Bu söz o kadar çarpıcı, etkileyici ve hiç bir şey söylemeden dünyaca şeyi çağrıştırıp-düşündürücü ki anlatamam benim açımdan. -Tabi salt bu sözün anlamının dışında bi'şeyler çıkarıp bu yazıyı yazdığımı da anlamışsınızdır-







10 Haziran 2012 Pazar

Avrupa Edebiyat(!) Şampiyonası


Kendimde yeni keşfettiğim bir yönümle söze başlamak gerekirse; Eskiden Dünyaya futbol üzerinden,-onun bana açtığı pencereden bakarken şimdilerde son yılların moda deyimiyle ‘eksen kayması’ yaşayıp her şeye edebiyat yönünden bakmaya başladım. Haliyle dün akşam yatakta uykusuzluktan dolayı o yana, bu yana kıvranırken ve Avrupa şampiyonasının heyecanını içimde duyumsarken, bir anda şampiyonadaki milletlerin edebiyattaki yansımaları parladı kafamda.


 İlginçtir ki, ilk aklıma gelen de Polonya oldu ve geçen sene yaz aylarında-ki o zaman bilinçli okuyucu konumunda değilim, elime ne geçse okuyorum- ve şuanki durum türünün dışında olay romanları ilgimi çekiyordu. Tabi bunda yaz sıcağında ‘bunaltmayayım kendimi düşüncesi de vardı. E ergenlik dönemleri bir de, gittim kitapçıdan vurdulu-kırdılı-savaşlı bir kitap istedim ve o da 1905 Nobel edebiyat ödülünü almış Polonyalı yazar Henryk Sienkiewicz’in Leh-Kazak çekişmelerini anlatan Ateş ve Kılıç kitabını önerdi ve ben de aldım. Eğer bu durum olmamış olsaydı muhtemelen Leh bir yazar bulma konusunda çok sıkıntı çekerdim. Devamında gruptaki bir diğer takım Yunanistan'a baktığımda, bu aralar favori yazarlarımdan ve Zorba gibi müthiş bir kitabı yazmış olan Nikos Kazancakis, hiç düşünmeden aklıma gelen isim oldu. Başta bahsettiğim eksen kaymasının bir yansıması da Çek Cumhuriyeti adını duyduğum anda ilk aklıma gelen ismin Franz Kafka olması, bu duruma örnek olabilir. Eskiden öyle miydim sanki?! -Çekler denildiği anda bir Pavel Nedved, Jan Koller gerçeği vardı. Çeklerden bahsederken isminden hiç bahsetmeden geçmeyi düşündüğüm fakat şuan bana bu satırları yazdıracak kadar hürmet Milan Kundera ismini yazamadan edemedim. En tanınmış eseri ve methini fazlasıyla duyduğum fakat okuma şansını henüz yakalayamamış olduğum- ki insanoğlunun bilinmeyene hep bir ilgisi ve kendisi tarafından bilinmeyene hürmeti vardır- Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı eserine okumadan önce müthiş bir potansiyel beklentim var. Kendisinin Şaka adlı eserini okudum, çok akıcı, etkili bir dili vardı, bu da kalitesini belli ediyor. Bu grupta en zorlandığım takım, ilginçtir Rusya oldu. Öyle ya hangi birini yazasın; Fyodor Dostoyevski, Leo Tolstoy, Aleksandr Puşkin, Anton Çehov, Maksim Gorky, İvan Gonçarov .. bu listenin önünü alamayız, uzar gider. Hiç kuşku yok ki bu yönde bir derecelendirme ya da  yarışma yapılıyor olsaydı; Rusya ,bugünün futboldaki Brezilyası olurdu. Ve bu yönüyle sadece gruptan değil turnuvanın maç yapmadan kupa verilesi takımı olurdu.

 Bir diğer grup B grubu yazar bulma konusunda değil de, edebiyatçı bulma konusunda azda olsa sıkıntı yaşadığım grup oldu. Buradaki yazarlar filozof ağırlıklı. Almanya deyince, yıllar önce okulda kafamıza vura vura-dayatarak okuttukları Babasız Evler kitabının yazarı Heinrich Böll'ün gelmesi garibime gitti kendi adıma. Herhalde okulda uyguladıkları bu sistemin yansıması bunlar. Ek olarak unutulmaması  gereken bir Friedrich Nietzche var ki, aman diyeyim!  Bunların dışında belki bunlardan çok daha büyük yazarlar var  Almanya'da fakat ben de iz bırakan kişiler bunlardır. Futbolda eskiden beri çıkardıkları ve bugün hâla hürmet edilen Gullid, Cruijjf, van Basten gibi dünya yıldızları futbolcuları ve resimde Vincent van Gogh ve Arthur Rembrand gibi müthiş meşhur ressamlar yetiştirme başarısı göstemiş Portakalların paralel olarak aynı başarılarını edebiyata yansıtamamış olmaları kayıptır onlar adına. Dolayısıyla onlardan tanıdığım filozof Spinoza’yı; Jostein Gaarder’in Sofie’nin Dünyası kitabına borçluyum. Filozof olan Spinoza’nın hayatının, yaptığı bu mesleğin-ilgi alanının ya da akımın adına her ne derseniz- piri olan Sokrates’le  benzerliği dikkat çekicidir. Spinoza’nın döneminde Hıristiyan dogma anlayışa getirdiği eleştirel bakış açısı, Sokrates’e yapıldığının aynısı gibi ‘yoldan saptırıcı öğretiler sunuyor’ yaftasının yapılmasına neden olur. Fakat Spinoza şanslıdır, Sokrates’e verilen idam cezasının yanında kendisi Amsterdam’dan sürülür. Bu olay halen şu an bile Hollandalılar tarafından tartışılan bir konudur. Bunu geçen bir yerde Hollandalıların tarihlerinde yaptıkları utanç olayları listesinde bir yerde gördüm.
 Portekiz’de portföyümdeki isim Jose Saramango. Çok fazla eser yazıp, bugün dünyaca tanınıyor olmasının yanında, kendisine tek başına Nobel Edebiyat ödülünü aldırdı denilen Körlük adlı romanı kendisinin bu başarısının temel taşlarından biridir. Ve kesinlikle alınıp okunası bir kitaptır. Gruptaki son ekibimiz Danimarka’nın temsilcilerinden biri yine Jostein Gaarder’dan öğrendiğim ve Oğuz Atay’ın da Tutunamayanlar kitabında Oswald Spengler ve Friedrich Nietzche ile birlikte "Bu Çağın tanınması gereken filozofları" listesine girmiş biri olan Soren Kierkegaard.  Ve sırf bu son referanstan dolayı kendisini okumasak da,hakkında detaylı bilgilere sahip olmasak da kendisine büyük saygı duyup, hürmet etmemize yeter.Bir diğer temsilcileri ise Açlık ve İstanbul'da 2 İskandinav Seyyah kitaplarıyla tanıdığımız  ve sevdiğimiz Knut Hamsun.


İspanya bu turnuvanın en iyi takımı olarak gösteriliyor ve bu duruma paralel olarak çoğu edebiyatçı tarafından da gerek roman türünün ilk-başlangıç eseri olarak gösterilmesi gerekse Cervantes'in bu eseri Don Kişot'un bugün bile hâla aynısı gibi değerini koruyor olup, okunması edebiyatta da onun en iyi olarak lanse edilmesini sağlıyor. İtalya tarafına geçtiğimizde, oradaki temsilcilerimiz Gülün Adı kitabıyla Umberto Eco ve Tatar Çölü kitabıyla tanıdığımız Dino Buzatti. Bu gurptaki rengimi belli edeceğim belki ama Rusya'dan sonraki favorim İrlanda'dır. Bunun sebeplerine girmemize hiç gerek yok sanırım. James Joyce ve Oscar Fingal Wilde isimlerinin yan yana duruşu bile çoğu şeyi anlatıyor. Kendisinin tam olarak aslını bilmemekle birlikte yine Saramango'nun Körlük'ünde olduğu gibi Drina Köprüsü eserinin tek başına Nobel ödülünü aldırdığı isim olan İvo Andriç, Hırvatistan  adına çok iyi bir temsilci.



Son gruptaki takımlara İsveç'ten başlayacak olursak, bugün her ne kadar yararı tartışılıyor olsa da Nobel Edebiyat Ödüllerinin çıkış yeri olması tek başına yetebilir İsveç adına. Fakat bende adı olan bir başka İsveçli ise Stieg Larsson. Kitap okumayı D&R'ın 'Çok satanlar'ı üzerinden götürdüğüm ve Edebiyatı bundan ibaret sandığım dönemlerde tanıştığım bir yazardı Larsson. Seriye başladığı ve bugün hala aynı popülerliğinde devam eden Ejderha Dövmeli Kız romanına biraz başlamıştım fakat Filmini izlemeye gittikten sonra hevesim kaçtı, bırakmıştım kitabı. Şuan iyi ki de bu olmuş diyorum çünkü böyle Amerikanvari film senaryolarından fırlamış kitapları okumak zaman kaybından başka bir şey değil benim için. Grubun İngiltere kanadına geçtiğimizde şuan ki futbol takımının  mantalitesine uygun bir isim var; George Orwell. Bugünün dünyasında aradığını bulamamış ve geçmişteki hayal kırıklıklarından dolayı (İngiltere'nin şampiyonalar tarihi & Orwell'in İspanya iç savaşında gördüğü acımasızlıklar ve yaralanması)  geleceği sürekli karanlık gören düşünceler... Grubun diğer dişli takımı Fransa'ya baktığımızda Victor Hugo'dan Gustavo Flaubert'e, Andre Gide'den Alexandre Dumas'a , Honore de Balzac'dan Stendal'a uzanan en az Rusya kadar bereketl-i yazarlar göze çarpıyor fakat ben de özel etki bırakmış 2 büyük Varoluşçu yazar vardır: Jean Paul Sartre ve Albert Camus. Bu 2 yazarın yaşadıkları dönemde birbirleriyle olan fikirsel çatışmalarını -ki Sartre'nin Nobel Edebiyat Ödülü'nü  reddetmesini mektubunda açıkladığı  gerekçelerin dışında edebiyat çevrelerinde kendisinden önce bu ödülün 'rakibi' Albert Camus'a verilmesi olarak gösterilir.- göz önüne alınca bugün bu tür tartışmalarda 2 büyük yazarın isminin de bir arada anılması kaderin bir cilvesidir. Bireyin temelindeki varoluşunu, topluma uyumunu -daha doğrusu uyumsuzluğunu- toplumun dayattığı kuralları reddedişleri ve bunun getirdiği ruhsal çöküntü temalarını işleyişleri yönünden de, Camus'un Yabancı'sıyla Sartre'nin Bunaltı'sı aynı kaynaktan çıkmıştır. -Grubun son ve turnuvanın son temsilcisi Ukrayna gelecek olursak onların temsilcisi; yeni okumayı bitirdiğim ve okurken büyük zevk aldığım Ölü Canlar başyapıtının yazarı Nikolay Vasilyevic Gogol. Kendisi Rus ekolüne öncülük etmesi ve Dostoyevski'den önce Saint Petersburg'un kendisiyle anılmasına rağmen kendisi aslen Ukraynalı'dır. Ve bu son okuduğum Ölü Canlar kitabında anladığım kadarıyla 'hayali ihracatı' başlatan ya da bu yolda bir çok kişiye ilham kaynağı olan şey bu kitabın ta kendisidir.  

*: İlkten ne yazacağım, nasıl destekleyeceğim yazıyı diye tereddüt ederken insan kalemi eline alınca, bazen saçmalasa da devamını getiriyor. Kalemin sihri de burada sanırım.  












1 Haziran 2012 Cuma

Latin Amerika'nın ruhu; Eduardo Galeano




Eduardo Galeano, Uruguay doğumlu ama -nette gördüğüm çok güzel bir yorumla-latin amerika’nın ete kemiğe bürünüp dünya toprağında yürüyen ruhudur. Kendisinin yazar olma serüvenini anlattığında, "Biz Uruguaylı çocukların gelecek seçimlerinde, önlerinde 2 seçenek vardır; ya futbolcu olmak ya da -dönemin siyasi koşulları gözönüne alındığında- gerilla&militan olmak." Kendisi de tüm diğer latin çocuklarında olduğu gibi ilk seçenekteki futbolcu olmayı istediyse de -ki her ne kadar okuma fırsatını hala elde edememiş olsam da, kendisinin ülkemizde tanınmasına en büyük katkıda bulunan 'Güneşte ve Gölgede Futbol' kitabında bu konu hakkında fazlasıyla kendinden bahseder-hayat ona bu şansı vermemiş. Bu konudaki düşüncelerini de şöyle izah etmiştir;



"Çok kötü bir oyuncuydum, tahtadan bir bacağım vardı sanki! O yüzden de başka çarem kalmadı, ayağımın yapamadığını elimle yapmaya çalıştım. Bu yüzden futbol üzerine bir kitap yazdım!"

 Ardından gençliğinde kendisini Latin Amerika'nın çalkantılı askeri dikta yıllarının ortasında bulur. Kendisinin muhalif, haksızlığa karşı duruşu ve bunu söylemleriyle destekleyişi başına işler açmakta geçiktirmeyecektir kendisini . Önce 1973'te, Uruguay askeri darbesi sırasında yargılanıp, tutukluluğuna karar verilmiş, ardından gittiği Arjantin'de de askeri rejim tarafından ismi 'ölüm mangalarına' yazılınca, çareyi İspanya'ya kaçmakta bulur. Ve orada kitaplarında anlattığı kadarıyla kırtasiyecilikte başladığı mesleki hayatına gazeteciliğe geçiş kararıyla hayatının seyrini tamamen değiştirir.

 -İspanya'da geçirdiği uzun yaşantısınından sonra, Latin diyarlarındaki diktaların düşüp, ortamın yuşumasıyla birlikte Arjantin, Buenos Aires'e taşınır ve mesleğini orada icra etmeye başlar. Kendisini bugün burada, bu yazıda bile konuşuyor olmamızın sebebi kendisine Latin Amerika'yı dert edinip, bu ülkelerin sorununu dünyaya göstermeye çalışıp, çözümü yolunda destek aramasıdır.



 Bunu başarmıştır da; Venezüella lideri Hugo Chavez'in, Abd ziyareti esnasında Barack Obama'ya verdiği "Latin Amerika'nın Kesik Damarları" adlı kitapta, Latin Amerika ülkelerinin siyasal tarihini ve yüzyıllardır nasıl "Arka Bahçe" olarak kullanıldığını çok çarpıcı ve detaylı bir şekilde göstermiştir. Ve bu olaydan sonra dünya kamuoyunun dikkatini çekmiş ve 70'li yılların kült kitapları arasına girmeyi başarmıştır. Bunun kendisine getirdiği şöhret diyemiyeceğim ben, tanınmışlık, Che Guevara gibi tüm ülkelerin ortak ruhunu kendinde barındırıyor olması, kendisine tüm bu ülkelerde saygınlık kazandırmıştır. Tüm bu yönleriyle çok iyi bir aktivisttir aynı zamanda: Küba Devriminden tutun da, Şili'de Salvador Allende'nin darbeye uğraması sürecinde karşıt duruşuna, Venezüella'da Hugo Chavez'in seçim kampanyalarında destekçisi olmasına, Bolivya nüfusunun yarısını oluşturmasına rağmen Kızılderililerin siyasal olarak yok sayılmasına, bu anlayışın yıkılıp aslen Kızılderili olan ve halen de başkanlık koltuğunda oturan Eva Morales'in iktidara yürüyüşü yolunda yaptığı katkılara değin bölgenin kaderini belirleyen bu gibi bir çok olayın bir fiil içinde bulunmuştur. Doğrusu şu ana kadar tamamen Güney Amerika endeksli birinin portresini çizdim fakat Eduardo Galeano, Filistin konusunda da duyarlıdır ve bu konu hakkında yapılan mücadeleyi destekler nitelikte bildiriler yayımlamasıyla dünya medyasında yer almıştır.  



Kendisi gazeteci kimliğinin dışında; Pablo Neruda'dan geldiğini söylediği şiirsel yeteneği, yukarıda da bahsettiğim üzere siyasi-sosyal olaylara duyarlılığı ve analizleriyle iyi bir siyaset adamı,-özellikle 11 Eylül Saldırıları sonrası açtığı "gerçek terörist kim?" tartışmalarıyla iyi bir denemeci kimliği;
"düşük teknolojili terörizm ile yüksek teknolojili terörizm arasında, dinsel fanatiklerin terörizmi ile piyasa fanatiklerinin terörizmi arasında, umutsuzların terörizmi ile güçlülerin terörizmi arasında, ve zincirinden boşalmış psikopatın terörizmi ile soğukkanlı üniformalı profesyonelin terörizmi arasında epey bir ortak nokta vardır. hepsi, insan hayatını hiçe sayma noktasında buluşuyor: kumdan kaleler misali yıkılan ikiz kulelerin altında ölen 5500 yurttaşın katilleri ve dünya gazete ve televizyonlarının ilgisini çekmeyen, çoğu yerli 200.000 guatemalalı'nın katilleri gibi. o guatemalalılar, herhangi bir islam fanatizmine kurban gitmediler, fakat birbirini izleyen birleşik devletler hükümetlerinden "destek, finans ve ilham" alan ölüm mangalarınca öldürüldüler. "
...ve Güney Amerika siyasi tarihi hakkındaki bilgileriyle, iyi bir tarihçi.. Ve daha fazla niteliği bünyesinde barındıran değerli bir kişilik. Bir gün kendisine tarihçi olarak itham edildiğinde, bunu reddedip; “Ben, hatırlama takıntılı bir yazarım, Amerika kıtasının geçmişini hatırlamak, her şeyin ötesinde Latin Amerika’nın; bellek yitimiyle lanetlenmiş toprakların geçmişini.” diyerek şu müthiş sözü söylemiştir: “Aslanlar arasından tarihçi çıkmadığı sürece avcılık tarihi her zaman avcıyı yüceltecektir.” 

 Yazarın hayatını kısaca yazıp, okuduğum kitaplarından güzel bir kaç metin aktaracaktım fakat yazdıklarıyla beni fazlasıyla memnun eden ve sonrasında kendisi hakkında edindiğim bilgileri aktarıp, böylesine değerli bir yazarı size de tanıtma isteği bir blog yazısı için fazla kaçtı sanırım. Onun için şu son okuduğum ve kendi kurallarımı çiğneyip 2. sefer okumaktan kendimi alamadığım Kucaklaşmanın Kitabı'ndaki altını bastırarak çizdiğim yerleri size bir başka yazı da aktaracağım. 

1 Mayıs 2012 Salı

Latin Diyarlarındaki "El Turco"lar



Aslında öncesinden, Arjantin Futboluna merak saldığım yıllardan, o zamanlar Colon'un Teknik Direktörü olan Antonio Mohammed ismini duymam bir anda dikkatimi çekmişti. Ve biraz araştırmadan sonra kendisinin Osmanlı göçmeni biri olduğunu ve "El Turco" lakabıyla çağırıldığını öğrendim. Bunun bir istisnai durum olduğunu sanmıştım o zamanlar, taki şu aralar Güney Amerika Edebiyatına merak salıp Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi, Yüzyıllık Yalnızlık ve Eduardo Galeano'nun kitaplarını okuyana dek. Okuduğum eserlerde sık sık "Türk" sözüyle karşılaştım ve tabii biraz daha araştırmadan sonra Güney Amerika'daki Osmanlı göçmeni insanların hiç azımsanacak sayıda olmadıklarını ve bugün çok başarılı işler çıkardıklarını gördüm. Aslında hiçbiri öz Türk olmamasına rağmen, o zamanlar Osmanlı'dan göç ettiklerinden dolayı Latinler tarafından "El Turco" olarak çağırılmaktadırlar. Ek bilgi olarak göç edenlerin büyük çoğunluğunun Gayrimüslim -Ortodoks Hıristiyan, Süryani, Yahudi- olmalarına rağmen zamanla topluma uyum adına Katolikleşmişlerdir. Tabi içlerinde halen Müslüman olanları da var. İsterseniz öncelikle biraz bu göç serüveninden bahsedeyim..


Osmanlı'nın son demleri, Avrupalıların benzettiği haliyle "Hasta Adam" zamanları... Dört bir taraftan tehlike altında bir İmparatorluk, siyasi belirsizlik, ekonomik sıkıntılar, içeride iktidar çekişmeleriyle birlikte Osmanlı, son nefesini veren bir insan edasındadır. Bu perspektiften baktığımızda uzun süre Hoşgörü politikası altında bugünlere gelen Gayrimüslimler, İmparatorluğun geleceğini görmüş olacaklar ki göç yoluna düşmeye karar vermişler. Fakat bu o kadar da kolay bir seçim olmayacaktır. O dönemlerde bir yanda Emperyalist devletler güdümünde Osmanlıya başkaldırmış bir Arap Dünyası, diğer yanda ise cadı kazanı gibi kaynayan Avrupa… Bu durumda farklı bir yol bulmaları gerekir ki, burası da ilginç bir şekilde Latin Amerika oluyor. Aslında bunun göç edenler içerisinde büyük çoğunluğu oluşturan Yahudiler yönünden bakınca geçerli bir sebebi var; İspanya'da Endülüs Egemenliği sonrası, İspanya Engizisyonundan kaçıp 2. Beyazıt döneminde Osmanlı'ya sığınan Yahudiler; sonrasında özellikle 1. Dünya Savaşı Avrupa’sında üzerlerine bir kâbus gibi çöken Nazi felaketinin Osmanlı'ya kadar yaklaşmasıyla ciddi tedirginliğe kapılmışlardır. Güney Amerika yollarına düşmelerinin en büyük sebebi ise Osmanlı öncesi İspanya'da yaşamış olup, İspanyolca biliyor olmaları.

— Şimdi Latin diyarlarında ün salmış, araştırdığım (çoğu hakkında neredeyse hiç Türkçe sayfa yok, aynı zamanda İngilizce çok kısıtlı kaynaklar var; dolayısıyla bilgiler İspanyolca Translate Yeteneğimin yettiği kadarıyla) "El Turco"lardan bahsedelim;

Antonio Mohamed  



 Bunlar arasında belki de ülkemizde en tanınan kişi. Suriye'den göçen Osmanlılardan.  Futbolculuk  kariyerine Arjantin’de başlayıp sonrasında çoğunlukla Meksika’da orta düzey takımlarda  sürdürmüştür. Bunun yanında Teknik Direktörlük kariyeri hiç de azımsanmayacak başarılarla dolu. Teknik direktörlüktee, futbola başladığı takım olan Huracan'la ilk deneyimini yaptıktan sonra Meksika'da Morelia, Jaguares gibi hatırı sayılır takımlarda başarılar elde ederek sürdürdü. Tekrardan evine, Huracan'a dönüp 2007'de Javier Pastore'li, Matias de Federico'lu kadroyla birlikte takımını 2. ligden şampiyon olarak 1. lige taşıdı. Sonrasında Arjantin'de Colon ve şu sıralar da Indipendiente gibi kalburüstü bir takımı yönetiyor. Maç içerisinde duruşu, kararlara verdiği refleksleri, geçmişine sahip çıkarcasına taktığı Puşi ve elinde tespihiyle tam olarak bir "El Turco" portresi çiziyor.

Carlos Menem



 Şuanki iktidar Cristina Fernandez de Kircher öncesi(Aslında 1 dönem önceki iktidarın eşi, Bay Kircher'in ölümünden sonra bayan Fernandez eşinin ideallerini gerçekleştirme adına adaylığını açıklamış ve halkta eşine olan memnuniyetinden dolayı onu seçmişlerdir. Ve şuan da bu seçimlerinde haklı olduklarını görüyorlar. Zira son dönemlerde Arjantin'de özel sektörün tekelinde olan çoğu şeyi Devletleştirmiştir, bu konuda da takındığı sert, iddialı tavrıyla Margaret Thatchar'le özdeşleşmiş olan "Demir Lady" lakabı takılmıştır kendisine) dönem Arjantin Devlet Bakanlığı yapmış Lübnan asıllı Arjantinli politikacı. Her ne kadar uzak olup çok haberdar ve bilgi sahibi olamasak da, en az Ortaduğu'daki diktatörlükler kadar demir yumrukla yönetilen Latin Dünyasında, bu çizginin dışına çıkan belki de ilk kişi olan Juan Peron'un yardımcılığını yapmış onun sonrası dönemde de yerine geçen çok başarılı bir politikacı. Aynı zamanda o da kökenlerini unutmayıp, bunu fırsata da çevirmek isteyip zamanında Suudi Arabistan'a ziyaretler yapmıştır. 


Omar Asad


 Sportif yönden "El Turco"lar içerisinde en kariyerlisi ve başarılısı. Kariyerinde Velez Sarsfield'dan başka bir takımda oynamamış ve bu kulüpte efsaneleşmiş bir oyuncu. Velez'le birlikte kazandığı 4 Lig Şampiyonluğu, 1 Libertadores Kupası ve Milan'a attığı golle gelen Dünya Kulüpler Kupası Şampiyonlukları ona futbolculuk kariyeri sonrası Antrenör olarak Kulübün kapılarını açtı. Antrenörlükte yeterince piştiğini düşünen Asad, Ligin asansör takımı olan Godoy Cruz'un başına geçip çok başarılı 2 sezon geçirdi.  Kulübün ekonomik sıkıntıları baş gösterince ayrılıp Ekvator temsilcisi Emelec ile anlaşmış, şuanlarda ise 2 sene öncenin şampiyonu San Lorenzo'yu yönetmekte.

Julio Daniel Asad

 Omar Asad'ın amcası olan ve Arjantin Milli Takımıyla Copa America'yı kazanma başarısı göstermiş oyuncu. Teknik direktörlük kariyerindeki başarılarından dolayı, teknik direktörlüğü oyunculuk kariyerinin biraz önüne geçmiş. Arjantin, El Salvador, Ekvator ve geçmişiyle iyi bağlar kurmuş olacak ki Arap takımı olan Al Nassr'da çalışma imkânı bulmuş. 


Abdullah Jaim Bucaram 


 -Dedesi Lübnan göçmeni olan Ekvator Cumhurbaşkanlığı da yapmış olan çok başarılı bir siyasetçi.

Carlos Slim

Carlos Slim Helu ya da diğer adıyla Selim Eryatmaz. Son yıllardaki çıkışıyla Bill Gates'i de geçip Dünyanın En Zenginleri listesinde 1 numaraya yerleşen Lübnan göçmeni Meksikalı İş adamı. Babası olan Yusuf Selim Haddad Ağlamaz, 1902 yılında Osmanlı'dan ayrılıp Meksiko City'e yerleşir. Orada Şark Yıldızı adlı bir dükkan, sonrasında da emlak alanında yaptığı başarılı işlerle oğluna çok ciddi bir servet bırakır. Carlos Selim'in işleri ele almasından sonra da  sektördeki başarılarında çok ciddi bir ivme yakalar ve bugün dünyanın en zengin insanı unvanına sahip. Sık sık atalarının toprakları olan Türkiye'ye geldiğini söyleyen Carlos Slim, son olarak geçen ay Türkiye'ye yaptığı ziyaret sonrası Türkiye'de ciddi yatırımlar yapmak istediğini söylemiştir.  

 Mohamed Alí Seineldin

Uruguay doğumlu olan Arjantin'de militan askerlik görevinde başarılar elde etmiş ve zamanla devlet kademelerinde askeri anlamda iyi yerlere gelmiş olan Lübnan göçmeni bir Uruguaylı kendisi. Hakkında pek fazla bilgi sahibi olmamakla birlikte, isminden dolayı olsa gerek ilk zamanlar İslam olan dininden Katolikliğe geçtiğine dair bir kaç yorum okudum. İnsanların sadece bu konu ilgilerini çekmiş olacak ki hakkında başka bir bilgiye yer verilmemiş. 

Javier Muñoz Mustafá 
 Kökenleri hakkında hiç bir bilgi bulamadığım fakat isminden de anlaşılacağı üzere o da bir Osmanlı göçmenine benziyor. Arjantin doğumlu olan Mustafa'nın kısa süreli de olsa Tenerife ve VAllodolid'le İspanya kariyeri var. Dönüşünde Meksika'da oynamaya başlayan Mustafa Atlante'de Yılın Defansı gibi ödüller sonrası kendini Pachuca'da bulur. Ve halen de bu kulübün formasını giyiyor.
 Son olarak Khaled Hosseini'nin çok sevdiğim bir sözü vardır :  "Nereye giderseniz gidinülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da, o içinizde yaşar" diye. Bu bir nevi araştırma konumda bu isimleri araştırırken her ne kadar bugün bize çok uzak memleketlerde hayatlarını sürdürüyor olsalar da, hepsinin kökenlerine, atalarının kökenine ciddi bir ilgisi var ve bu ülkeleri sık sık gezdiklerini söylüyorlar.
 Mehmet Nuri Aslankan 

18 Nisan 2012 Çarşamba

Hayvan Çiftliği / George Orwell




- Tüm hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir. Kitap bu sözle tanınır çoğu kişi tarafından ve aslında bu söz kitabı özetler nitelikte. Kitap hakkında meraklısı için şöyle bir bahsedecek olursak ; İnsanların yönetiminde baskı ve şiddetten bıkan hayvanların, Koca Reis adını verdikleri fikir babaları sayılabilecek bir domuzun düşünde Eşitlikçi Hayvan Toplumunu'nu görüp anlatmasından etkilenerek, daha iyi yaşam standartları ve eşitlikçi bir toplum adına, insanlara karşı yaptıkları devrimi anlatıyor. Her ne kadar bu  hiçbir yerde açıkça söylenmiş olmasa da, bu sistemin Komunizm olduğu anlaşılabiliyor. Devrimden sonra hayvanların en akıllısı olduklarını savunan domuzlar, iktidarı ele geçirirler. İlkin eşitlikçi toplum adına adımlar atılırken, Snowball gibi bunun savunucusu olan domuz; iktidar düşkünü Napeloen -ki bunun açıkça Joseph Stalin olduğunu söylemiştir Orwell- tarafından safdışı bırakılınca, hayvanların böylesi toplum düşü uzun sürmez. Kısa sürede yasaklar, sert davranışlar, ağır çalışma koşulları ve bununla ters orantılı daha az yiyecek ve daha baskıcı bir yönetim anlayışı getirtirilerek önceki "İnsan Dönemi" aranılır olunmuştu. Ve işin ironik yanı bu durum dalkavukçular tarafından diğer hayvanların akılsızlığından yararlanılarak karmaşık hesaplamalar ve ılımlı bir dille hayvanlara bütün bunların her zaman daha iyi yaşam koşulları için yapıldığı empoze ediliyordu. En sonunda domuzlar "Animalizm"in temel ilkesi olan insanlarla ilişki kurmama kuralını da yıkıp, onlarla anlaşarak diğer hayvanlara daha fazla baskı yapar olurlar.


- Aslında bu 150 sayfalık kitap, cilt cilt yazılan tarih kitaplarından o kadar üstün ve zihin açıcı ki, bir an hiç bitmemesi için sayfaları tekrar tekrar okuduğum oluyordu. Eğer biraz Tarih bilginiz varsa ya da son yılların gündemine biraz ilgiliyseniz kitaptaki her durumu reel hayatta bir yere oturtabiliyorsunuz. Olaylar, öncesi ve sonrası devrim ve oluşan düzenler Nazi Almanya'sından Yugoslavya Dönemine, Sovyet Döneminden şu son yaşanan Arap Baharına o kadar olaya indirgenebilir ki. Hatta bazı olayları okurken bizden de bunlara çok benzer şeylerin olduğunu anımsadım.  Orwell reel hayatta bu düzenlerin içindeki insanları, o kadar mükemmel hayvanlara adapte etmiş ki, kitabı okurken adeta bir devrimi yaşıyorsunuz. Daha öncede söylediğim gibi Orwell'in kendisinin de Sosyalist olmasına rağmen iktidar düşkünü, şiddet yanlısı, çıkarcı lider olan Napeloen'in Stalin olması, Orwell'in Stalin'e karşı nefretinin dışa vurumu. Dahası kitabın önsözünde çevirmenin diğer çiftlik sahiplerinden birinin Nazi Almanyasını, birinin de İngiltere'yi sembolize ettiği konusundaki yargıalra -zorlama- diyordu fakat bu düşüncenin parçaları kitabı okurken puzzle gibi kafamda yer edindi, dolayısıyla bana olası geliyor.

- Kitabı okuduktan sonra George Orwell'a hayran olmamak elde değil. Tek bir sitemim kitabın daha uzun olmasıydı. Bence kitaptaki düşünce taslağı bir Rus yazarın -özellikle Çarlık dönemi- elinde olsaydıi; her biri en az 650 sayfadan 4 cilt kitap çıkardı. Kitabın kısa olması kitabın kalitesini kesinlikle gölgelemez. Orwell, lafları dolamadan, evirmeden çevirmeden, topu taca atmadan, faul yapıp oyunu saoğutmadan çok yalın, anlaşılır, hafızada yer edinen müthiş hiciv başyapıtı yazmış.

- En son ek olarak bu kitabı okuduktan sonra, bu kitap Xavi ise eğer, İniesta niyetine 1984'ü okumanız.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Paranın Futboldaki Yeri


-Başlıktan da anlaşılacağı gibi yazımda bu 2 durumu ele alacağım.Endüstriyelleşen günümüz futbolunda paranın daha doğru bir terimle sermayenin yeri yadsınamaz bir gerçek artık.Son yıllarda Chelsea ile başlayan bu trend Manchester City ile tavan yaptı.City'nin yaptığı bu abartı transferler çoğu futbol severi rahatsız etmiştir.Sonrasında gelen Paris Saint Germain,Malaga gibi takımlarla birlikte artık bu durumunda futbolun kanına işlediğini ne yazık ki kabullenmek zorunda kaldık.Neyse aslında Avrupa futbolundaki bu konular hakkında çok yazılıp çiziliyor ve ben bunun dışında bu sermaye olayının Arap futbolundaki yerini konu edineceğim bu yazımda.


Son birkaç yıldır alışmıştık aslında Arabistan-Katar-BAE -ve buna istisnai olarak Anzhi takımının- futbol hayatlarının son demlerini oynayan oyunculara emekli ikramiyesi niyetine paralar verip ülkelerine transferlerini.(Anzhi'yi de bu kategoriye koymamın nedeni 2. ligden yeni çıkmış,kimse tarafından tanınmayan bir takıma bu oyuncuların gidiş nedenini farklı düşünmüyoruzdur umarım) Aslında bu yıldız transferleri ilk yıllar için hiçte fena bir politika değildi(Klasik bizde de vardır;Ülke tanıtımına yardımı dokunuyor) .Ama sonrasında Gerek Katar'ın 2022 Dünya Kuıpası Ev sahipliği hakkını alması ve o zamana kadar ülkelerinde belli bir futbol kültürü oluışturma çabaları gerekse bu kulüplerin de anladığı gibi büyük takımlarda oynayan bu büyük oyuncuların ülkelerine gelip, geçmiş yılların verdiği doymuşlukla oynadıklarını-daha doğrusu oynamadıklarını.Ve bundan sonrasında transfer rotalarını Avrupa'da kendini kanıtlamış oyunculara veya potansiyelli gelecek vaadeden oyunculara diktiler.Bizim konumuz da burada başlıyor bu oyuncuların Avrupa'da daha iyi bir takıma gitme seçenekleri varken bu takımları seçme nedenleri.Açıkçası beni bu yazıya itende bu sezon gerçekleşen Youssuf El Arabi transferi oldu.




Youssef El Arabi

Caen ile birlikte Fransa 2. Liginden gelip, geçen sezonki performansı çok şaşırttı açıkçası beni.Geçen sezon hiç de varlığından haberim olmadığı zamanlar NtvSpor'da Fransa Gol Krallığı sıralamasında uzun süre 1.'liği götürmesi kendisine olan ilgimi arttırdı ve radarıma girmeyi başardı.:) Sonrasında dikkatle izlemeye başladığımda çok iyi top tekniğine sahip olduğunu,hareketli ve topu ayağında iyi tutuşu ile kanat oynama özelliği de bulunduğunu,son vuruşlardaki becerisi ile o sezon Caen'i tek başına sırtladığını gördüm.Uzun süre 1. götürdüğü Gol krallığı sıralamasını belli bir zaman yaşadığı duruksama ile Kevin Gameiro'ya kaptırdı ve geçen sezon 17 golle -yanlış hatırlamıyorsam- sıralamayı Nene'nin ardından 3. bitirdi.Fransa gibi bir ligde bu gol sayısını tutturması bazı takımların dikkatini bu oyuncu üzerine çekti.Genoa ve Sevilla'nın kendisine yaptığı teklifi redderek süpriz bir kararla 7.5 Milyon Euro karşılığında Suudi takımı Al Hilal'ın yolunu tuttu.Yaşı da henüz çok gençken ve böylesine piyasa yapmışken bu kararı açıkçası çok şaşırttı beni.En önemliside Fransa Liginde "ağabey" görevi yapan Lyon'un böylesine bir oyuncuyu kaptırması daha şaşırtıcı geldi bana.Al Hilal takımında da takip ediyorum(istatiksel olarak) aynı çizgisini devam ettiriyor.Tekrar Avrupa yollarına düşer mi? Neden olmasın?


Abimiz Arabistan'da Hac vazifesini de eda etmiş, Allah kabul etsin,yolu açık olsun diyelim.

Rafael Sobis

Fm 2008-2009 serilerinde orta düzeyde takımları World Class yapma yolunda hepimize yardımı dokunmuş bir oyuncudur Rafael Sobis.Benim oyunda facepacktan olsa gerek yakışıklı bir resmi vardı ve her gol attığında "bebek yüzlü şeytan" repliğini kullanırdım.O aralar nette bakınırken dikkatimi çekmişti, sarışın saçlılığı Ukrayna ile olan kan bağındanmış, annesi ya da babasından biri Ukraynalıydı.Kariyerinden biraz bahsedecek olursak genç yaşta Internacional'de yaptığı sıçrama ile 9MN € karşılığında Betis'e transferi gerçekleşti.Betis ile imzalanan 8 yıllık anlaşma her ne kadar kendisine olan güveni göstersede Sobis bunun karşılığını veremedi ve Betisle geçen 2 kısır yıldan sonra şansını Avrupa'da kovalamak yerine Arap Emirlikleri takımı Al-Jazire'nin yolunu tuttu.Orada yaptıkları-yapamadıkları hakkında pek bilgi sahibi değilim ama kariyerine şöyle kabaca bir bakınca orada da pek tutunamadığını görüyoruz.Al-Jazire oyuncudan minimum zarar etme anlayışında olacak ki oyuncunun piyasa yapması için son 2 yıldır ülkesi takımları Internacional ve Fluminense'ye kiralanmış.
Fiziksel özelliklerinden(Aslında sadece tek benzerlikleri sarışın olmaları:]) ve 2 büyük yıldız olarak sunulup beklenen patlamayı yapamamış oyuncular olarak Maxi Lopez ile Rafael Sobis'i birbirine çok benzetirim.Maxi Lopez kayıp Barcelona yıllarından sonra Rusya'da kendini toparlayıp son 2 sezondur Catania'da yaptıkları ile kendinden yine söz ettiriyor.Darısı Rafael Sobis'in başına diyelim o zaman.

Mbarek Boussoufa

Şuan Fas Milli takımında oynayan birçok oyuncu gibi Hollanda'da doğmuş,büyümüş bir Marocconlu oyuncu.(Aslında dünyada Maroklara bi biz Fas diyomuşuz,bunun bir hikayesi varda şimdi tarihe girmeyelim neyse..) Kendisini Anderlecht'te tanıdık,sevdik.Ama geçmiş kariyerine bakarsak Ajax sonrasında da Chelsea ile çok sağlam alt yapı almış olduğunu görüyoruz. Anderlect'in bizim kulüplerle olan maçlarında dikkatli izlediğim kadarıyla sol açık oynuyor ama forvete yakın "Gizli Forvet" özelliği de var.(Kazım Kazım,Rodrigo Palacio gibi) Anderlecht'te kilit oyuncu rolündeydi ve çok iyi gol ortalaması tutturdu.Sonrasında ismini o aralar sadece Roberto Carlos trasnferi ile duyurmuş bir takım olan Anzhi'ye transfer oldu.Açıkçası vatandaşı El Arabi'de de söylediğim gibi onunda Avrupa'da daha iyi bir takıma gitme opsiyonu olabilirdi.
Thiago Neves

2007 yılında Van der Vaart'ın Real Madrid'e transferi sonrası o mevkiideki oluşan boşluğu doldurması beklentileri ile Hamburg'a transfer oldu.Açıkçası hiç izleme imkanım olmadı oyuncuyu ancak istatistiksel olarak baktığımda beklenen yeterliliği vermememiş olacak ki 6 maçlık bir Almanya deneyiminden sonra kulüpten ayrılmış.Kariyeri biraz düşüşe geçincede 24 yaşında kendini Al-Hilal'e atmış.Orada ilk sezonunda yaşadığı lig ve kupa şampiyonluğunun yanı sıra yılın oyuncusu da seçilmesi kariyerine bir canlılık getirmiş durumda.Sonrasında Güney Amerika'lı oyuncuların huyundan mıdır o da ülkesi takımı Flamengo'ya kiralanmış ve orada da oılın oyuncusu seçilmiş.Bu son yıllardaki performansıyla Avrupa'ya göz kırpıyor.
Mirel Radoi

Kendisini Avrupa'nın köklü kulüplerinde izlemedik belki ama çoğumuz tanıyoruzdur kendisini.Gerek kulüp takımlarımızın Steau ile eşleşmelerinden gerekse Milli Takımımızın Romanya ile oynadığı maçlardan(Harbi biz bi ara hep Romanya ile oynuyorduk) oyuncu hakkında hepimizin az çok izlenimi vardı.Ayrıyetten Fm'de hem ucuz hem kaliteli Defansif oyuncu deyince ilk akla gelen oyunculardandı.Yaklaşık 10 yıllık Steau kariyerinden sonra 28 yaşındayken 6 MN€ karşılığında Suudi Arabistan takımı Al-Hilal'e transfer oldu.Geçen merak edip baktım da Porstmouth'a transferi söz konusu olmuş fakat çıkan pürüzler nedeniyle transfer gerçekleşmemiş.Bölgesel derbide derbide Al-Nassr'a gol atıp bizdeki deyimle "Gerçek Al-Hilal"lı da olmuş.

Balazs Dzsudzsak

Oyuncu hakkında çok fazla bilgi vermeye gerek yok.Kanat oyuncusu olmasına rağmen gole yakınlığı,sol ayağını müthiş kullanışı,serbest vuruşlardaki yetenekleri ve bunların hepsinin üstüne Hollanda Eredivise'nin kevgirliği eklenince CV'sinde 3 mükemmel yıl görünüyor.2009 yılında oynadığı 32 maç 17 gol-15 asistlik performansıyla tüm dikkatleri üstüne çekti bir anda.Bu performansından sonra gelecek sezonu da aynı ritimde geçirince kendisini Hollanda Ligi'nin Dünya Futboluna kattığı yıldızlar listesine eklemeyi başardı ve Hollanda Ligi'nin üstünde bir oyuncu olduğunu kanıtladı.Artık Hollanda'daki misyonunu tamamlamıştı ve herkes Avrupa'nın "baba" takımlarından birine gidecek gözüyle bakarken çok süpriz bir kararla Anzhi'ye transfer oldu. Anzhi Makachkala, transfer için 13 milyon € bonservis bedeli ödedi Balasz Dzsudzsak için.

Asamoah Gyan


Çoğumuzun Gyan'la ilk tanışıklığı Fm'den olmuştur muhtemelen.Udinese'den Fm'nin önceki serisinden hiç bunun ışığını vermeyen adamları(genelde zenci olur bunlar) bir sonraki seride yıldız diye bize sunarlar.(bkz. Kwadwo Asamoah,Pablo Armero,Mehdi Benatia) Sonrasında Rennais'e transferi gerçekleşti.Orada Moussa Sow ve Ismael Bangura gibi kaliteli oyuncularla forma yarışına girdi.Açıkçası orada çok da ön plana çıkacak işler yapmadı ama onu ön plana çıkaran olay 2010 Dünya Kupası oldu.O şampiyonada hepimizin sempatiyle baktığı üst turda Kara Kıtanın tek temcilcisi olan Gana'yı sırtlayan oyuncu oldu.Attıklarının çoğu penaltı olsa da mücadelesi ile kendisini gösterdi ve Avrupa'da bazı kulüplerin iştahını kabarttı.Bu kulüplerden biri de Fenerbahçe'ydi fakat kulübünün istediği 15 Milyon € gibi bir meblağ Türkiye standartlarında biraz fazla kaçtığından transferden vazgeçildi.Sanırım Darren Bent'in Aston Villa'ya transferi sonrasıydı Gyan Sunderland'a transfer oldu.Tabi geldiği lig Premier League olunca daha fazla izleme şansımız oldu.Özellikle gol sonrası yaptığı hareketler, heleki Zenden'le yaptıkları hareketler nedeniyle gollerini iple beklerdim şahsen.:)

Geçen sezon biraz da Sunderland'in kötü gidişatından dolayı pek tatmin edici performans sergileyemedi ve BAE takımı Al-Ain'e kiralandı.Bu kiralama bedelinin 6 MN€ gibi bir meblağ olduğunu okumuştum bir yerde.Açıkçası böyle bir dönemde Al-Ain'e gitmesi herkesi fazlasıyla şaşırttı.Bu transferin gççekleşme amacı neydi? Sunderland'ın o mevkiide ondan daha iyi bir adamı yokken neden yolladı? Özellikle de yerine alınan adam Bendtner iken.

Nadir Belhadj


Sol açık bölgesinde şuan bile en favori oyuncularımdandır kendisi.Özellikle sol beke kısılıp kalmayışı ileriye çıkışlarıyla takımın ataklarına katkısı ile sol bölgeyi koridor gibi kullanan özellikte bir oyuncu.O aralar Belhadj'da kavradığım bu özelliği şimdilerde Lyon'lu Aly Cissokho ve Atletico'lu Filipe Luis'de de görebiliyorum.Portsmouth yıllarında o aralar takımın kilit oyuncusu rolündeydi fakat kulübünün küme düşmesi sonrası kendine yeni bir kariyer planlaması yapması gerekiyordu ve o da Al-Sadd'e gitme kararı verdi.Son 2 yıldır orada mücadele ediyor. Onu tekrar Avrupa'da izlemeyi isterdim.Açıkçası Galatasaray'ın da o bölgedeki eksikliği göz önünde bulundurulunca o mevkii için düşünülebilecek bir oyuncu.Umarım birileri burdan beni duyuyordur ve onu Türkiye'de izleme şansı buluruz.:)




*Aslında yazıya başlama nedenim ve yazının şuan geldiği durum arasında tezatlıklar var,bunun farkındayım ve yazdıkça değişik düşünceler oluştu kafamda. Başından beri savunduğum teze biraz zıt düşücek belki ama Arap takımlarının durumu bizim gördüğümüz gibi değil artık.(yatmaya gidiyorlar,para içn gidiyorlar vs.) Artık bu kulüplerin yöneticileri daha profesyonelce düşünüyorlar.Genç oyunculara yöneliyorlar ve bu gençleri buradan Avrupa'ya pazarlama gibi de bir düşünceleri olduğunu düşünüyorum.Mesela Mauro Zarate'yi direkt Arjantin'den aldıklarında pekte tanıyanı yoktu fakat kulüp bunu önce Birmingham'a sonra Lazio'ya kiralayarak Avrupa'da piyasa yaptırdı ve sonra belki bize şaşırtıcı gelecek ama kulüp oyuncuyu kar ederek sattı.Aynı formülü şuan Rafael Sobis ve Thiago Neves'te de uyguluyorlar.Aynı şekilde şimdi El Arabi-Gyan-Belhadj gibi oyuncuların Avrupa'ya tekrar dönüşü olabilir.Yani demem o ki Bu ülkelere giden oyunculara kariyeri bitti gözüyle bakmamalıyız artık.Oradalarda da belli bir futbol kültürü oturuyor yavaş yavaş ve Dünya Kupasının da o coğrafyada düzenlenecek olması bu kulüpleri daha akıllı transferlere ve alt yapıya önem vermeye de teşvik ediyor.Bu maddi olanaklar ve Müslüman ülkelerin en büyük avantajı olan genç nüfusunun çoğunluğu göz önünde bulundurulunca belki biraz ütopik görünüyor ama kim bilir ileride belki dünya futbolunun ekseni oralara da kayabilir.

-Mehmet Nuri Aslankan

İsviçre Futbolu


Yıllardır tarih kitaplarında bize hep Emperyalizmin yani diğer adıyla Sömürgeciliğin 2. Dünya Savaşından sonra,3. Dünya Ulusları dediğimiz ülkelerin kurulmasıyla bittiği söylendi.Evet teoride bitti belki bu iş-Emperyalist bir devlet gidip bi yerde koloni kurup orayı sömürmüyor artık- ama bazı ülkelerin bu işi artık oraya giderek değil de o insanları kendine çekerek yaptığını düşünüyorum.Yani paranın çekim gücünü kullanmak.Bu devletlerden biri de İsviçre.ASlında olaya çok septik ve tek taraflı yaklaştım belki; İşi şu yönden de düşünebiliriz:Bu kadar ırkı birarada barındırmak da ciddi bir hoşgörü ve medeni bir bakış açısı gerektirir.Neyse olaya fazla da siyasi boyut katmayayım.Böyle bir giriş yapmamın sebebi İsviçre Futbolundaki bu çok ırklılığın bir nevi nedenini açıklamak.




Kongolu Celson Fernandes'ten tutunda Arnavut Behrami,Shaqiri,Xhaka kardeşler,Makedon Mehmedi,Nijeryalı Emeghara,Türk Eren-Gökhan,İtalyan Barnetta,İspanyol Alex Geijo'ya kadar çok çeşiti ırklardan oyuncu barındıran kosmopolit bir yapıya sahip kadrosu var.Dediğim gibi bunu 2 türlüde yorumlayabiliriz.


Tabi biz işin futbol kısmına bakıcağımızdan bunlarla fazla da kafamızı karıştırmayalım.Bu yazıyı yazmamdaki neden İsviçre Futbolunun son yıllardaki Milli TAkım ve kulüp bazında yükselişi ve iyi oyuncular çıkararak dikkat çekmesi.Ve Ali Ece'nin bir sözü vardır "Futbol Fakir halkların oyunudur" diye bunun da dışına çıkıyor olmaları.İsviçre futbolunun gelişimini şöyle hatırlayabildiğim kadarıyla 2006 yılında bize karşı aldıkları Dünya Kupası vizesiyle başlatayım.O zamanlar çok da kaliteli oldukları söylenemezdi ve oyuncuları da çok göze batan isimler değildi.Alexander Frei,Marco Streller,Ludovic Magnin,Blaise N'Kufo,Johan Vogel,Züberbühler,Hakan Yakın gibi o zamanın Avrupanın Standart takımlarında oynayan isimleriydi.Ama yeni "Futbol Ülkesi" olmaya aday bir takım için böylesi şampiyonalara katılmak önemlidir.Ve bu şampiyonada yanlış hatırlamıyorsam Brezilya ve Fransa ile aynı gruba düşmüşlerdi.Şampiyona başladığında o anki ruh halimi çok iyi hatırlıyorum;Gerek bizi şansa-Biz Türkler nedense hiç kötü oynayıp yenildik demeyiz- elemiş olmaları gerekse sonrasında çıkan malum olaylar nedeniyle İsviçre'nin Şampiyonadaki her maçını fark yer beklentisiyle büyük bir iştahla seyrederdim.Ama ne varki o grubu gol yemeden(Sonrasındaki gazete başlıklarını da çok iyi hatırlıyorum "SüperBühler")bitirmiş ve gruptan çıkma şansını son anda Fransa'ya kaptırmışlardı.Bu onlar için hiçte fena bir şampiyona olmamıştı.Sonrasında çok sistemli bir şekilde büyük turnuvalarda boy göstermeye başladılar.Ev sahibi oldukları Euro 2008'i bu olayın dışında bırakırsak yine bizim evde oturup izlediğimiz bir şampiyonaya 2010 Dünya Kupasına da katıldılar ve İspanya'ya şampiyonadaki ilk ve tek yenilgisini tattırmalarına rağmen grup 2.liğini Şili'ye kaptırdılar.

Başarıları sadece A Milli takım düzeyinde sınırlı değildi elbette.2007'de Nijerya'da Nassim ben Khalifa' önderliğinde kazandıkları u17 Dünya Şampiyonluğu ve 2010'da Finalde İspanya'ya(Ki Canales,Bojan,Mata,Busquets,Adrian gibi oyuncuları kadrosunda barındıran) kaybettikleri u21 Şampiyonası Genç Milli takımın ne kadar gelecek vaat ettiğini ve İsviçre futbolunun geleceğinin de sağlam olduğunu gösterir nitelikte.



Biraz bireysel yeteneklerden bahsetmek gerekirse bunlar arasında en göze batan isim kuşkusuzXheridan Shaqiri.Müthiş bir sol ayağa ve çok iyi dribling özelliklerine sahip bir oyuncu.Geçen ayokuduğum bir röportajında Atletico Madrid'in Arda Turan transferinde pürüz çıkması halindetransferde kendisine söz verildiğini söylemişti.Şimdiki Şampiyonlar Ligi performansından sonra belki Atletico gibi basamak takımına hiç ihtiyaç duymadan kendisini Elit bir takımda görebiliriz.


Bölgesel anlamda değerlendirecek olursak kalede güven veren bir isim Diego Benaglio var.Defansta yıllardır "Bunlar Arsenal kalitesinde değil" dediğimiz ve uzun süredir beraber oynayan Senderos-Djorou ikilisi yer alıyor.Beklerde de S.Lichsteiner-V.Behrami ve R.Ziegler-L.Magnin isimleri de çok önemli oyuncular.Bu bölgenin en büyük avantajı;Bizle oynadıkları 2006 yılı maçından beri aynı isimlerin süre gelmesi.


Orta saha bence İsviçre'nin en göz korkutan bölgesi.Burada orta saha(Mc) Gökhan İnler gibi dinamo ve aynı zamanda Maestro görevi yapan müthiş bir oyuncu var.O bölgede aynı zamanda Gelson Fernandes,Fabian Lustenberger,Blerim Dzemaili,Granit-Taulant Xhaka kardeşler,son ŞL maçlarında ön plana çıkan Basel'li FAbian Frei ve genç 10 Numara Young Boys'lu Moreno Costanzo gibi de genç,gelecek vaad eden ve dinamik bir orta sahaya sahipler.Takımda en kaliteli bölge olarak Kanatları gösterebiliriz.Orada Shaqiri,Barnetta,Behrami,Stoicker,Emeghara gibi "Kimi koysan süper oynar" diyebileceğimiz oyuncu bolluğu var.


Son olarakta takımın forvet kısmına bir göz atalım.Bu bölgede yılların eskitemediği Frei ve Streller ikilisi,belli bir kalitede olan Eren,Rotasyonda kullanılabilecek eski Levanteli Alex Geijo ve bence takımın 1. forveti olacak kapasitede olan Zürih'li Admir Mehmedi ile de bu bölgede bol alternatifli bir kadro var.




Sonuç olarak İsviçre futbolunun son yıllarındaki gelişimi;Burada anlattığım Milli Takım,geçen sene ŞL'de Fenerbahçeyi eleyen Tottenham'a kolay kolay teslim olmayan ve sonrasında Avrupa Liginde gruptan çıkıp bikaç tur atlayan Young Boys,bu sene Manchester United'a 2 maçta da yenilmeyen ve bu gruptan Manchester gibi bir takımı alt edip 2. tura çıkan Basel'deki bu gelişim bir futbolsever olarak ilgimi İsviçre futboluna çekti.Haa İsviçre Futbolunu bu kadar yazdımda bizden çok mu
iyiler?Hayır değiller belki ama böylesine "sistemli" büyüyen bir ülkeden belki alacak şeylerimiz
vardır.Ve bence İsviçre Futbolunun en büyük avantajı Ottmar Hitzfeld gibi bir hocaya sahip
olmaları.İsviçre belki kupalar kazanmayacak,Finaller oynamayacak belki ama 3-4 yıl içerisinde
turnuvalarda korkulan ve pozitif futboluyla turnuvalara renk katan bir takım olacaktır.



NOT:Arkadaşlar bu yazıyı İnternet ve Fm olmayan bir ortamda yazdım dolayısıyla bilgilerde-tarihlerde hatalar olabilir,Affola.

**Bu yazıyı belki klasik Fm Takım-Oyuncu incelemelerinin çok dışında bir yere koymamız gerekecek,bunun için yeni bir kategori açılmakta tereddüt edilebilir ama siz arkadaşlarımdan alacağım tepkiye göre Euro 2012 Genel bir takım değerlendirmesi de yapabilirim. 

-Mehmet Nuri ASLANKAN.